Yazdır
Kategori: Dışişleri Siyaseti

Hilafet Devleti, Anayasa, Madde 189: Devletin, dünyada kurulu diğer devletlerle olan ilişkileri şu dört husus üzerine kuruludur:

Bu madde, dâr-ul İslam, dâr-ul küfür, muahid ve müsteminle ilgili hükümlerden alınmıştır:

Birinci Fıkra: Hindistan gibi İslam'la yönetilen veya Lübnan gibi geneli Müslüman olan İslam beldeleri ile ilgilidir. Hilafet’in hicri 1342 senesinde yıkılmasından Allah'ın izniyle yeniden kuruluncaya kadar İslam beldelerinin hepsi dâr-ul küfürdür. Çünkü İslam beldelerinden bir kısmı İslam'la hükmetmez ve dış emanı İslam emanı ile sağlanmazken bir kısmının ise emanı Müslümanların emanı ile sağlanmasına rağmen İslam'la hükmetmemektedir. Hepsi de dâr-ul küfür sayılır. Madem bugünkü İslam beldeleri, dâr-ul İslam'dı o halde yeniden dâr-ul İslam'a dönüştürmek için çalışmak kaçınılmazdır. Ancak İslam'la hükmetmedikleri veya emanları İslam emanı olmadıkça birer dâr-ul küfürdürler. Dâr-ul küfürden kastımız halkının hepsinin kafir olması olmadığı gibi dâr-ul İslam'dan kastımız da halkının hepsinin Müslüman olması değildir. Bilakis burada dârın manası, "şeri bir hakikat" olarak şeri bir ıstılahtır. Yani aynen salah, oruç lafzı ve benzeri şeri hakikatler gibi dâra bu manayı veren bizzat şeriattır.

 Binaenaleyh halkının hepsi Nasrani olan ancak İslam Devleti'nin içerisinde yer alan bir ülke dâr-ul İslam olarak isimlendirilir. Çünkü İslam Devleti içerisinde yer aldığı sürece tatbik edilen hükümler İslam hükümleridir ve ülkenin emanı, İslam emanı ile sağlanmaktadır.

 Halkının geneli Müslüman olan ancak İslam'la hükmetmeyen bir devletin içerisinde yer alan ve emanı kafirlerin ordusu ile sağlanan bir belde açısından da böyledir. Zira halkının geneli Müslüman olmasına rağmen bu belde dâr-ul küfür olarak isimlendirilir. Çünkü burada dârın manası, şeri bir hakikat olup dâr lafzı ıtlak edilirken Müslümanların az yada çok olmasının bir önemi yoktur. Bilakis önemli olan halkına tatbik edilen hükümler ve halkı için sağlanan emandır. Yani dârın manası, aynen salahın manasının salahın manasını açıklayan şeri nasslardan alındığı gibi bu manayı açıklayan şeri nasslardan alınmaktadır. Hakeza şeri hakikatlerin hepsinin manası, lafızların lügat manalarından değil şeri nasslardan alınır.

 Dâr-ul küfre ait hükümler olup dâr-ul İslam'la ilgili hükümlerinden tamamen farklıdır. Zira onun, yani dâr-ul küfrün kendisine has hükümleri vardır:

 Eğer dâr-ul küfürde yaşayan bir Müslüman, dininin şiarlarını izhar edemiyorsa dininin şiarlarını izhar edebileceği başka bir dâr-ul küfre intikal etmelidir. Bunun delili Allahuteala'nın şu kavlidir:

}إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُولَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا{

 "Kendilerine zulmeden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne işte idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." [en-Nisâ 97]

 Bu ise bugün olduğu gibi dâr-ul İslam'ın olmaması halindedir. Fakat dâr-ul İslam varsa dâr-ul küfürden dâr-ul İslam'a hicret hükümleri aşağıdaki şekilde olur:

 1- Bir kimse hicret etmeye muktedir olup bulunduğu beldede dinini izhar edemiyor ve kendisinden istenen İslam hükümlerini yerine getiremiyorsa bu durumda bu kimsenin dâr-ul İslam'a hicret etmesi farzdır ve dâr-ul harpte, yani dâr-ul küfürde ikamet etmesi haramdır. Bilakis dâr-ul İslam'a hicret etmesi vaciptir. Bunun delili bir önceki ayettir:

}إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُولَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا{

"Kendilerine zulmeden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne işte idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir." [en-Nisâ 97] Bu ayet, burada da delil getirmeye uygundur. Yine Tirmizi'nin Cabir kanalıyla Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmesi de buna delalet etmektedir:

»أَنَا بَرِيءٌ مِنْ كُلِّ مُسْلِمٍ يُقِيمُ بَيْنَ أَظْهُرِ الْمُشْرِكِينَ، قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَلِمَ؟ قَالَ: لا تَرَايَا نَارَاهُمَ«

"Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her Müslümandan beriyim." Dediler ki: "Niçin ey Allah'ın resulü?" Buyurdu ki: "Onların ateşleri birbirine görünmemelidir." Ebî Davud'un rivayetinde ise şöyle geçmiştir:

»قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، لِمَ؟ قَالَ: لا تَرَاءَى نَارَاهُمَا«

"Dediler ki: "Niçin ey Allah'ın resulü?" Buyurdu ki: "O ikisinin ateşleri birbirine görünmemelidir." Bu hadisin bir benzerini de en-Nesâi, rivayet etti. Hadiste geçen [لا تراءى ناراهم] "Onların ateşleri birbirine görünmemelidir." ifadesinin manası, onların Müslümanın ateşini göreceği ve Müslümanın da onların ateşini göreceği bir yerde demektir… Bu da onların dârında yaşanmamasına dair bir kinayedir.

 El-Buhari'nin rivayet ettiği Aleyhi’s Salatu ve's Selam'ın şu kavline:

»لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ فَتْحِ مَكَّةَ«

"Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur." Şu kavline:

»لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ فَتْحِ «

"Fetihten sonra hicret yoktur." Şu kavline:

»قَدْ انْقَطَعَتْ الْهِجْرَةُ وَلَكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ«

"Artık hicret bitti ancak cihat ve niyet vardır." Ve rivayet edilen şu hadise gelince: Safvân İbn-u Ümmeyye Müslüman olunca ona denildi ki: "Hicret etmeyenin dini yoktur." Bunun üzerine Medine'ye geldi ve Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ona dedi ki:

»مَا جَاءَ بِكَ أَبَا وَهْبٍ؟ قَالَ: قِيلَ إِنَّهُ لاَ دِينَ لِمَنْ لَمْ يُهَاجِرْ، قَالَ: ارْجِعْ أَبَا وَهْبٍ إِلَى أَبَاطِحِ مَكَّةَ، فَقَرُّوا عَلَى مَسْكَنِكُمْ فَقَدْ انْقَطَعَتْ الْهِجْرَةُ وَلَكِنْ جِهَادٌ وَنِيَّةٌ، فَإِنْ اسْـتُـنْـفِرْتـُـمْ فَانْفِرُوا«

"Ebâ Vehb, seni buraya getiren nedir?" Dedi ki: "Denildi ki hicret etmeyenin dini yoktur." Resul buyurdu ki: "Ebâ Vehb, Mekke'nin geniş vadilerine geri dön ve meskenlerinizde kalın. Zira artık hicret bitmiştir. Ancak cihat ve niyet vardır. (Cihada) çağrıldığınızda çıkınız." [İbn-u Asâkir rivayet etti] Bunların hepsi, Mekke'nin fethinin ardından hicreti nefyetmektedir. Ancak bu nefy, aynı hadisten istinbat edilen şeri bir illetle illetlendirilmiştir. Zira "Mekke'nin fethinden sonra" kavli, illiyet içeren bir şekilde gelmiştir. Dolayısıyla bu, Mekke'nin fethi hicretin nefyedilmesinin illeti demektir. Bu da bu illetin, malulün ortaya çıkmasıyla ortaya çıkacağı ve ortadan kalkması ile ortadan kalkacağı, Mekke'ye has olmayıp bilakis tüm beldelerin fethedilmesi için geçerlidir demektir. Bunun delili ise diğer rivayettir:

»لاَ هِجْرَةَ بَعْدَ فَتْحِ «

"Fetihten sonra hicret yoktur." Nitekim el- Buhari'nin, hicret hakkında sorulduğunda Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmesi de bunu teyit etmektedir:

»لاَ هِجْرَةَ الْيَوْمَ، كَانَ الْمُؤْمِنُ يَفِرُّ بِدِينِهِ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ مَخَافَةَ أَنْ يُفْتَنَ. فَأَمَّا الْيَوْمَ فَقَدْ أَظْهَرَ اللهُ الإِسْلامَ، وَالْمُؤْمِنُ يَعْبُدُ رَبَّهُ حَيْثُ شَاءَ«

"Bugün hicret yoktur. Mümin, fitneye düşürülme korkusuyla dini için Allah'a ve resulüne kaçıyordu. Fakat bugün Allah, İslam'ı üstün kıldı ve mümin Rabbine dilediği gibi ibadet ediyor." Bu, Müslümanların fetih öncesi fitneye düşme korkusuyla dinleri için kaçmak amacıyla hicret ettiklerine ve fetihten sonra hicretin nefyedildiğine delalet etmektedir. Çünkü dinlerini izhar etmeye ve İslam hükümlerini yerine getirmeye muktedir oldular. Dolayısıyla hicretin nefyedilmesinin illeti, bu sonucu doğuran her fetih olup sadece Mekke'nin fethedilmesi değildir. Binaenaleyh bununla kastedilen fetihten sonra artık fethedilen beldeden hicret etmek yoktur. Dolayısıyla Aleyhi's Salatu ve's Selam'ın Safvân'a, "Artık bitti" sözü, fethedildikten sonra Mekke'den demektir. Çünkü hicret, kafirlerin beldesinden ve dâr-ul küfürden çıkmak demektir. Bir belde fethedilip dâr-ul İslam'a dönüştüğünde ortada ne kafirlerin beldesi ne dâr-u küfür ne de hicret diye bir şey kalır. Aynı şekilde fethedilen her beldede de hicret diye bir şey kalmaz. Nitekim Ahmed'in Muaviye kanalıyla Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittim dediğini rivayet etmesi bunu teyit etmektedir:

»لا تَنْقَطِعُ الْهِجْرَةُ مَا تُقُبِّلَتْ التَّوْبَةُ، وَلا تَزَالُ التَّوْبَةُ مَقْبُولَةً حَتَّى تَطْلُعَ الشَّمْسُ مِنْ الْمَغْرِبِ«

"Tövbe kabul edildiği sürece hicret bitmez. Güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe kabul edilecektir." Yine Ahmed, Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

»إِنَّ الْهِجْرَةَ لا تَنْقَطِعُ مَا كَانَ الْجِهَادُ«

"Cihat olduğu sürece hicret devam edecektir." Başka bir rivayette ise şöyle geçmiştir:

»لا تَنْقَطِعُ الْهِجْرَةُ مَا قُوتِلَ الْعَدُوُّ«

"Düşmanla savaşıldığı sürece hicret devam edecektir." Dolayısıyla bu hadisler, dârul küfürden dâr-ul İslam'a hicretin devam edeceğine delalet etmektedir.

 2- Bir kimse hicret etmeye muktedir olmasına rağmen kendi beldesinde dinini izhar edebiliyor ve kendisinden talep edilen şeri hükümleri yerine getirebiliyorsa bu durumda hicret farz değil mendup olur... Bunun delili şudur ki Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], fetihten önce dâr-ul küfür iken Mekke'den hicret etmek istiyordu ve bu hususta sarih ayetler gelmiştir. Bu ayetlerden biri Allahuteala'nın şu kavlidir:

}إِنَّ الَّذِينَ آَمَنُوا وَالَّذِينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُولَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَةَ اللَّهِ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ{

"İman edenler ve hicret edip Allah yolunda cihat edenler var ya, işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah, Gafurdur, Rahimdir." [el-Bakara 218] Ve şu kavlidir:

}آَمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ{

 "İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler, derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır." [et-Tevbe 20] Bu ayetlerin hepsi, hicretin talep edilmesi hususunda sarihtir. Hicretin farz olmamasına gelince; çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Müslümanlardan bazılarının Mekke'de kalmasını ikrar etmiştir. Zira rivayet edildiği üzere Nuîm en-Nehhâm, hicret etmek isteyince kavmi Benu Adîy kendisine gelerek ona şöyle dediler: "Bizim yanımızda kal ve yine dinin üzerine ol. Eziyet etmek isteyenlere karşı biz seni koruruz. Yeter ki bizi daha önce gözettiğin gibi gözet. O da Beni Adîy'nin yetimlerini ve dullarını gözetirdi. Bu yüzden bir süre hicretten geri kaldı daha sonra hicret ettiğinde Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ona şöyle dedi:

»قَوْمُكَ كَانُوا خَيْراً لَكَ مِنْ قَوْمِي لِي، قَوْمِي أَخْرَجُونِي وَأَرَادُوا قَتْلِي، وَقَوْمُكَ حَفِظُوكَ وَمَنَعُوكَ«

"Senin kavmin sana karşı benim kavmimden daha hayırlı çıktı. Benim kavmim beni çıkarıp öldürmek isterken senin kavmin seni korudu ve kolladı." [İbn-u Hacer, el-İsabe'de zikretti]

 3- Gerek hastalık gerek kalmaya zorlama gerekse kadın, çocuk ve benzerleri gibi zayıf olmaları nedeniyle hicret etmekten aciz olması sebebiyle hicret etmeye muktedir olamayan kimseye gelince; Allah, onu bundan muaf tutmuş ve ondan bunu talep etmemiştir. Bunun delili ise Allahuteala'nın şu kavlidir:

}إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا{

"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiç bir yol bulamayanlar müstesnadır." [en-Nisâ 98]

4- Kendi beldesinde dinini izhar etmeye ve talep edilen şeri hükümleri yerine getirmeye muktedir olmakla birlikte aynı zamanda ikamet ettiği dâr-ul küfrü dâr-ul İslam'a dönüştürme gücüne sahip olan kimseye gelince; ister bu güce bizzat kendisi ister kendi beldesindeki Müslümanlarla kitleleşmesi ister kendi ülkesi dışındaki Müslümanlarla yardımlaşması ister İslam Devleti ile yardımlaşması isterse herhangi meşru bir vesile sayesinde sahip olsun bu kimsenin bu durumda dâr-ul küfürden dâr-ul İslam'a hicret etmesi haramdır. Zira dâr-ul küfrü dâr-ul İslam'a dönüştürmek için çalışması vaciptir ve bu durumda hicret etmesi haramdır. Bunun delili, kendi beldesini dâr-ul İslam'a ilhak etmek için çalışmasının büyük bir farz olmasıdır. Bunu eda etmeye muktedir olduğu halde yerine getirmeyip ilhak çalışmasını terk eder ve hicret ederse herhangi bir farzı terk etmiş gibi günahkar olur.

 Binaenaleyh dâr-ul İslam varken hicret etmesi vacip olan bir kimsenin dâr-ul küfürde ikamet etmesi haramdır. Bunun da ötesinde bir Müslümanın dâr-ul küfürde ikamet etmesi onu dâr-ul küfür halkından kılar. Dolayısıyla gerek İslam Devleti ile ilişkiler gerekse diğer fertlerle ilişkileri bakımından ona dâr-ul küfür hükümleri tatbik edilir. Dolayısıyla da ona had uygulanmaz, ondan zekat alınmaz, dâr-ul İslam'da olan bir kimseye varis olamaz ve dâr-ul İslam'da olan kimselerin nafakası ona düşmez. Çünkü dâr-ul küfür halkına şeri hükümler tatbik edilmez. Müslümanların lehine olanlar onların lehine olmadığı gibi Müslümanların aleyhine olanlar da onların aleyhine değildir. Dolayısıyla hükümler onları kapsamaz. Bunun delili şudur ki Müslümanlar, dâr-ul küfürde olanların sadece Müslüman olmalarını değil aynı zamanda İslam'ın otoritesinin altına girmelerini de talep ediyorlardı. Zira Süleyman İbn-u Burayde'nin, babasından şöyle dediği rivayet edilmiştir:

»كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وآله وسلمإِذَا أَمَّرَ أَمِيرًا عَلَى جَيْشٍ أَوْ سَرِيَّةٍ أَوْصَاهُ فِي خَاصَّتِهِ بِتَقْوَى اللَّهِ وَمَنْ مَعَهُ مِنْ الْمُسْلِمِينَ خَيْراً، ثُمَّ قَالَ: اغْزُوا بِاسْمِ اللهِ فِي سَبِيلِ اللهِ، قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللهِ، اغْزُوا وَلاَ تَغُلُّوا وَلاَ تَغْدِرُوا وَلاَ تَمْثُلُوا وَلاَ تَقْتُلُوا وَلِيداً، وَإِذَا لَقِيتَ عَدُوَّكَ مِنْ الْمُشْرِكِينَ فَادْعُهُمْ إِلَى ثَلاَثِ خِصَالٍ أَوْ خِلالٍ، فَأَيَّتُهُنَّ مَا أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلاَمِ فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ، فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُسْلِمِينَ وَلا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلاَّ أَنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ«

"Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] bir orduya yahut bir seriyyeye emîr tayin ettiği zaman, hassaten ona Allah’a karşı takvalı olmasını ve beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder, sonra şöyle derdi: "Allah’ın adıyla, Allah yolunda gazveye çıkın. Allah’ı inkar edenler ile savaşın! Gazveye çıkın, ama haddi aşmayın, gadr (haksızlık) etmeyin, müsle (hakaret için cesetler üzerinde tahribat) yapmayın, çocukları öldürmeyin! Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman, onları üç haslete yahut sıfata davet et. Eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Önce İslam’a davet et, eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve artık onlara dokunma! Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur. Eğer ondan (beldelerinden) ayrılmayı reddederlerse, onlara haber ver ki Müslüman Arabiler (bedevîler) gibi olurlar; müminler üzerine icra edilen Allah’ın hükmü onların da üzerine icra edilir, ama onların ganimette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz, Müslümanlar ile birlikte cihat etmeleri müstesna." [Muslim rivayet etti] Yine Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:

»ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ«

"Sonra kendi dârlarından (beldelerinden) dâr-ul muhaciruna (dâr-ul İslam’a) ayrılmaya (hicrete) davet et ve onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur." [Muslim rivayet etti] Dolayısıyla bu, bizim lehimize ve aleyhimize olanların onlara da olması, yani hükümlerin onları da kapsaması için ayrılmayı (hicret etmeyi) şart koşan bir nasstır. Zira

»وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ«

"Onlara haber ver ki bunu yapmaları halinde… onların da lehine olur" kavlinin mefhumu, onlar bunu yapmadıkları takdirde Muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, Muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur demektir. Çünkü mükafatın gerçekleşmesi şartın gerçekleşmesine bağlıdır. Şart gerçekleşmediğinde mükafatta gerçekleşmez. Yani ayrılmazlar (hicret etmezlerse) dâr-ul İslam'daki Müslümanların lehine olanlar onların lehine olmaz. Ayrıca Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavli:

»فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُسْلِمِينَ«

 "Onlara haber ver ki Müslüman Arabiler (bedevîler) gibi olurlar; Müslümanlar üzerine icra edilen Allah’ın hükmü onların da üzerine icra edilir." Bu kavli, onların öldürülmemeleri ve mallarının ganimet olarak alınmaması açısından olup hükümler açısından değildir. Zira yukarıda geçen şartla ilgili hükümlerin konusu bu hususta sarihtir. Kaldı ki Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], mal konusuna artı bir açıklık getirmiştir. Zira aynı hadiste şöyle buyurmuştur:

»وَلا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ«

"Ama onların ganimette [savaş yoluyla düşmandan alınan mal] ve feyde [savaş olmadan düşmandan alınan mal] hiçbir hakkı olmaz." Böylece Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], ayrılmaktan imtina etmelerini fey ve ganimetteki haklarının düşmesi olarak saymıştır ki diğer mallar, fey ve ganimete kıyas edilir. Yani malla ilgili hakları düşmüş olur. Dolayısıyla muhacirlerin dârına ayrılmayan (hicret etmeyen) bir kimse, malla ilgili hüküm bakımından dâr-ul İslam'daki haklarından, yani mali haklarından mahrum olan diğer Müslümanlar gibi olur. Dolayısıyla da Müslümanların lehine olanlar onun lehine olmayacağı gibi Müslümanların aleyhine olanlar da onun aleyhine olmaz. Bu da malla ilgili hükümlerin ona tatbik edilmeyeceği anlamına gelmektedir. Çünkü o, muhacirlerin dârına ayrılmamıştır. Her ne kadar Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in:

»إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ«

"Bunu yapmaları halinde muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur" kavlinden dolayı ona hükümlerin hiç biri tatbik edilmemiş olsa da bu, malla ilgili haklar açısından bir tekittir. Ayrıca o zaman muhacirlerin dârı olan (Medine), tek dâr-ul İslam idi ve onun dışında kalan yerler dâr-ul harp, yani dâr-ul küfür idi. Bunun içindir ki Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], dârul harp olması itibarıyla muhacirlerin dârı dışında olan tüm beldelerle savaşırdı. Bunun delili ise Enes'ten şöyle dediğinin rivayet edilmesidir:

»كَانَ رَسُولُ اللَّهِصلى الله عليه وآله وسلمإِذَا غَزَا قَوْمًا لَمْ يُغِرْ حَتَّى يُصْبِحَ، فَإِنْ سَمِعَ أَذَانًا أَمْسَكَ، وَإِنْ لَمْ يَسْمَعْ أَذَانًا أَغَارَ بَعْدَ مَا يُصْبِحُ«

"Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bir kavme saldıracağı zaman sabah oluncaya kadar saldırmazdı. Eğer ezan sesi işitirse (saldırmaktan) vazgeçerdi. Ezan sesi işitmezse sabah olur olmaz saldırırdı." [el-Buhari] Yine Isam el- Muzni’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], bir seriye gönderdiğinde şöyle derdi:

»إِذَا رَأَيْتُمْ مَسْجِدًا أَوْ سَمِعْتُمْ مُنَادِيًا فَلا تَقْتُلُوا أَحَدًا«

"Bir mescit görür veya bir müezzin sesi işitirseniz hiçbir kimseyi öldürmeyiniz." [İbn-u Mace dışında Kütüb-i Sitte sahipleri rivayet etti ve Tirmizi, hasen garip dedi] İşte bu iki hadis, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], muhacirlerin dârı dışında olan yerleri Müslümanlar otursa dahi dâr-ul harp, yani dâr-ul küfür olarak gördüğüne ve dâr-ul küfür olarak hükmettiğine delalet etmektedir. dâr-ul küfür'deki Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında ayrım yapılmaz. Ancak Müslümanlarla savaşılmaz, onlar öldürülmez ve malları ganimet olarak alınmazken gayrimüslimlerle savaşılır, onlar öldürülür ve malları ganimet olarak alınır. Bunun dışındaki onlarla ilgili hükümler aynıdır. Dolayısıyla dâr-ul İslam dışındaki tüm beldeler, dâr-ul harp sayılırlar ve dâr-ul harp hükmünü alırlar. İşte bunların hepsi, dârın hükmüne delalet ettiği gibi Müslüman yada kafir olsun dâr-ul İslam varken dâr-ul harpte, yani dâr-ul küfürde ikamet eden bir kimseye dâr-ul harp hükümlerinin tatbik edileceğine delalet etmektedir. Dâr-ul küfrün zorla fethedilmesi durumunda Müslümanın öldürülmemesi ve malının ganimet olarak alınmaması dışında bu hususta Müslüman ile kafir aynıdır. Ayrıca dâr-ul İslam'da ikamet eden bir kimseye dâr-ul İslam hükümleri uygulanır ve bu hususta Müslüman ile zımmi aynıdır. Dolayısıyla dârın farklılığına göre hükümler terettüp eder. Mesela Müslüman yada gayrimüslim olsun dâr-ul küfürde ikamet eden bir kimseyi kesinlikle İslam Devleti'nin tatbik ettiği İslam hükümleri kapsamaz. Bu da Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in Süleyman İbn-u Burayde'nin hadisinde geçen şu kavlinden dolayıdır:

»أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ«

"Bunu yapmaları halinde muhacirlerin lehine olan onların da lehine olur, muhacirlerin aleyhine olan onların da aleyhine olur." Bunun mefhumu onlar, bunu yapmadıklarında, yani muhacirlerin dârına ayrılmadıklarında Muhacirlerin lehine olanlar onların lehine olmayacağı gibi Muhacirlerin aleyhine olmayanlar da onların aleyhine olmaz demektir. Yani İslam Devleti'nde (dâr-ul İslam'da) tatbik edilen İslam hükümleri onları kapsamaz demektir. Çünkü onlar, İslam Devleti'nin tabiiyetini taşımamaktadırlar. Ancak onları şu iki hüküm kapsar: İçerisinde yaşadıkları dâr-ul küfür fethedildiği sırada kanlarının ve mallarının korunması. Çünkü bunlar, Abdullah İbn-u Ömer'den rivayet edilen Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavline binaen istisna edilmiştir:

»أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ وَيُقِيمُوا الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ، فَإِذَا فَعَلُوا عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلا بِحَقِّهَا وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللَّهِ«

"Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür deyinceye, salâhı ikame edinceye ve zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman kanlarını ve canlarını ancak İslam’ın hakkıyla benden korumuş olurlar. Artık onların hesabı Allah’a aittir." [Ömer, Ebî Hurayra, İbn-u Ömer ve başkalarının hadisinden muttefekun aleyh/lafız Muslim'e aittir] Fakat Müslüman yada zımmi olsun dâr-ul İslam'da ikamet eden bir kimseyi şeriatın ibadetler gibi gayrimüslimler için istisna kıldığı hükümler hariç devletin dâr-ul İslam'da tatbik ettiği İslam hükümlerinin tamamı kapsar.

 Dâr-ul küfür veya dâr-ul İslam olması bakımından dâra yönelik bu değerlendirmeye tabiiyet adı verilir. Dolayısıyla Müslüman yada zımmi olsun dâr-ul İslam'da ikamet eden bir kimse İslam tabiiyetini (dâr-ul İslam tabiiyetini) taşımış olur. Dolayısıyla da devlet tarafından ona İslam hükümleri tatbik edilir. Müslüman yada kafir olsun dâr-ul küfürde ikamet eden bir kimse dâr-ul küfür tabiiyeti taşımış olur. Dolayısıyla devlet tarafından ona İslam hükümleri tatbik edilmez. Bunun içindir ki önemli olan geçici ikamet değil yerleşmektir. Mesela Müslüman bir kimse dâr-ul İslam'da ikamet etse ve ticaret veya tedavi olma veya ilim öğrenme veya akrabalarını ziyaret etme veya gezme veya herhangi bir maksatla dâr-ul küfre gidip İslam tabiiyetini taşımasına, yani dâr-ul İslam'da ikamet etmesine ve oraya geri dönecek olmasına rağmen orada birkaç ay veya sene kalarak dâr-ul küfürde otursa bile dâr-ul İslam halkından sayılır. Keza bir Müslüman dâr-ul küfürde ikamet etse ve ticaret veya tedavi olma veya ilim öğrenme veya akrabalarını ziyaret etme veya gezme veya herhangi bir maksatla Dâr-ul İslam'a gelip İslam Devleti tabiiyetini taşımayıp küfür tabiiyetini taşımayı, yani dâr-ul küfürde ikamet etmeyi sürdürmesine ve oraya geri dönecek olmasına rağmen orada bir gün veya bir ay veya bir yada bir seneden fazla kalsa bile dâr-ul küfür halkından sayılır. Dolayısıyla onun hakkında müstemin hükümleri uygulanır. Dolayısıyla dâr-ul İslam'a ancak eman, yani devletin izni ile girebilir. Dolayısıyla da mesele, ne kadar uzarsa uzasın geçici ikamet değildir. Bilakis mesele, ikamet etmektir, yani taşınılan tabiiyettir.

 Buna göre İslam Devleti kurulup Hilafet ortaya çıktığında Müslümanların otoritesi ve İslam'ın emanı ile hükmettiği beldeler dâr-ul İslam olur ve bunların dışındaki yerlere bakılır; İslam'la hükmetmiyor veya emanı küfür emanı ise halkının tamamı Müslüman olsa bile dâr-ul küfür, yani dârul harptir ve ona dâr-ul harp hükümleri uygulanır. Fakat İslam'la hükmediyor ve emanı İslam emanı olmasına rağmen Hilafet’e ilhak olmamışsa dâr-ul İslam olur ve ona İslam hükümleri uygulanır. Dolayısıyla onların hükmü, bagi hükmünde olup gerek akitleri gerek kâdi ve vali naspetmeleri ve bunların hükümleri sahihtir. Ancak halifenin biatinin altına girmeleri için onlarla savaşılır. Bu da şu hadisten dolayıdır:

»إِذَا بُويِعَ لإمَامَيْنِ فَاقْتُلُوا الآخَرَ مِنْهُمَا«

"İki İmama [Halifeye] biat edildiğinde onlardan sonuncusunu öldürün." [Muslim, Ebî Saîd'den rivayet etti] Yani onunla savaşın demektir. Buna göre ne zaman ki Irak, Türkiye ve Suriye gibi Müslümanların ülkelerinden bir ülkede İslam Devleti kurulur İngiltere veya Amerika veya Rusya veya diğer küfür diyarlarında ve küfür beldelerinde ikamet eden bir Müslümanın hükmü, dâr-ul harpte olan bir kimsenin hükmü gibi olur. Bu hususta bu beldelerin fethedilmesi sırasında kanının ve malının korunması dışında Müslüman ile kafir arasında bir fark yoktur. Müslüman bir beldede olan Müslümanlara gelince; İslam'ı tatbik ederler ve Hilafet’e dahil olmazlarsa beldeleri Dâr-ul İslam olur ve onların hükmü bagilerin hükmü gibidir. Fakat İslam'ı tatbik etmezlerse beldeleri dâr-ul küfür olur. Aynı şekilde İslam beldelerinden olan her bir ülke, İslam'ı tatbik etmemeye devam eder veya dış emanı Müslümanların emanı dışında bir eman olursa dâr-ul küfür sayılır ve halkının tamamı Müslüman olsa dahi onun hakkında dâr-ul küfür hükümleri tatbik edilir. İslam Devleti'ne, yani Müslümanların halifesinin hükmettiği beldelere mücavir olması ile olmaması arasında fark yoktur. Zira İslam Devleti'ne göre İslam'la hükmeden veya çoğunluğu Müslüman olan İslam beldelerinin tamamı İslam Devleti'ne ilhak edilmesi, İslam rayesine boyun eğmesi ve boynunda halifeye biat olması gereken tek bir İslam beldesi sayılır.

 İslam emanı ifadesinden maksat, emanın İslam otoritesi ile sağlanmasıdır. Küfür emanı ifadesinden maksat, emanın küfür otoritesi ile sağlanmasıdır. Kamus-ul Muhit'te şöyle geçmiştir: "Emin ve eman, korkunun zıddına sahip olan kimse gibi. Emene, fetha ile emnen ve emânen ferahlayan kimse gibidir." Ebu Davud, Sa'dın şöyle dediğini tahric etmiştir:

»لَمَّا كَانَ يَوْمُ فَتْحِ مَكَّةَ أَمَّنَ رَسُولُ اللَّهِصلى الله عليه وآله وسلمالنَّاسَ إِلاَّ أَرْبَعَةَ نَفَرٍ وَامْرَأَتَيْنِ وَسَمَّاهُمْ«

"Mekke'nin fethedildiği gün Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], isimlerini belirttiği dört erkek ve iki kadın dışında insanlara güvence verdi." Yine Ebî İbn-u Ka'b'tan şöyle rivayet edilmiştir:

»فَلَمَّا كَانَ يَوْمُ الْفَتْحِ قَالَ رَجُلٌ لا يُعْرَفُ: لا قُرَيْشَ بَعْدَ الْيَوْمِ، فَنَادَى مُنَادِي رَسُولِ اللَّهِصلى الله عليه وآله وسلمأَمِنَ الأَسْوَدُ وَالأَبْيَضُ إِلا فُلانًا وَفُلانًا نَاسًا سَمَّاهُمْ«

"(Mekke'nin) fethedildiği gün meçhul bir adam dedi ki: "Artık bugünden sonra Kureyş yok. Derken Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in münadisi, ismini belirttiği falan filan dışında siyah ve beyaz emandadır diye nida etti." [Ahmed, hasen isnat ile Musned'de, el-Hakim Mustedrak'ta ve İbn-u Hibban Sahih'inde bir benzerini Ebî İbn-u Ka'ab Radiyallahu Anhden tahric etti] Emanın manası işte budur. İslam'a veya küfre izafe edilmesi ise emanı sağlayan otoriteye izafe edilmesidir. Çünkü devlet içerisindeki eman, sadece otoriteye aittir. Dolayısıyla İslam'ın emanı, Müslümanların otoritesi ile sağlanan emandır ve küfrün emanı kafirlerin otoritesi ile sağlanan emandır.

 Devletin iç emanı, tebaadan her birinin ırzının, kanının ve malının emanının otoritenin emanı ile sağlanmasıdır. Devletin dış emanı ise devletin kendi sınırlarını saldırılara karşı başkasının otoritesi ile değil kendi otoritesi ile koruyan olmasıdır.

Maddenin ikinci fıkrasına gelince; bunun delili şudur ki İslam, diğer devletlerle anlaşmalar yapmayı caiz kılmıştır. Allahuteala, şöyle buyurmuştur:

 }إِلَّا الَّذِينَ يَصِلُونَ إِلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ{

"Ancak kendisiyle aranızda bir misak bulunan bir topluma sığınanlar müstesna." [en-Nisâ 90] Ve şöyle buyurmuştur:

}وَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ{

 "Eğer kendileriyle aranızda bir misak bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet." [en-Nisâ 92] Ve şöyle buyurmuştur:

}وَإِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلَّا عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ{

"Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse sizinle aralarında misak bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o Müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur." [el-Enfâl 72] Bu ayetlerde geçen misak, anlaşmadır. Nitekim Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], hem Eyle Hükümdarı Yuhanna İbn-u Ru'be hem de Beni Damra ile bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaların içerdiği şartlar uygulanır ve Müslümanlar bu şartlara bağlı kalmalıdırlar. Bu da Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu kavlinden dolayıdır:

»وَالْمُسْلِمُونَ عَلَى شُرُوطِهِمْ«

"Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar." [Tirmizi, tahric etti ve hasen sahih dedi] Ancak bu şart, İslam'la çelişmemelidir. Eğer İslam'la çelişirse Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in Tirmizi'nin hadisindeki şu kavlinden:

»إِلاَّ شَرْطًا حَرَّمَ حَلاَلاً أَوْ أَحَلَّ حَرَامًا«

"Helalı haram veya haramı helal kılan şart dışında" ve şu kavlinden dolayı reddedilir:

»مَا كَانَ مِنْ شَرْطٍ لَيْسَ فِي كِتَابِ اللَّهِ فَهُوَ بَاطِلٌ«

"Allah'ın kitabında olmayan hiçbir şart yok ki batıl olmasın." [Aişe Radiyallahu Anhânin hadisinden muttefekun aleyh] Dolayısıyla Müslümanlar, İslam'a aykırı değilse anlaşma metinlerinde geçtiği üzere bu şartları yerine getirirler. Dolayısıyla da bu fıkranın delili, anlaşmaların cevazına dair delil ile şartlara vefa göstermenin vacip olmasına dair delildir.

 Bu fıkranın iktisadî ve ticarî ilişkilerle alakalı olan ikinci kısmına gelince; ham maddeyi ülke dışına çıkarması veya ülkedeki fabrikaların kapanmasına veya benzeri hususlara yol açması gibi iktisadî anlaşmaların ümmete zarar verme olasılığından dolayı bunlardan zararlı olmayanlar belirlenir ve zararlı olanların hepsi yasaklanır. Bu da şu kaide gereğidir:

) كل فرد من أفراد المباح إذا كان يؤدي إلى ضرر يمنع ذلك الفرد ويبقى الشيء مباحاً(

"Mubah olan bir şeyin kollarından bir kol bir zarara götürürse sadece bu kol haram kılınır ve o şey mubah olarak kalır." Ticarî anlaşmaların durumu da aynıdır.

 Bu devletler, hükmen muharip devletler sayılır. Çünkü kafir olmaları İslam'ın otoritesine boyun bükmemelerinden dolayıdır. Dolayısıyla muharip olarak itibar edilirler. Çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:

»أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ«

"Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum." Bu hadis geneldir ve hükmen, yani hükümler açısından muharip sayılmaları bizimle onlar arasındaki anlaşmalar sebebiyledir.

Üçüncü fıkraya gelince; bunun delili, bizimle halkı arasında bir anlaşma bulunmaması halindeki dâr-ul harp hükümlerinin delilidir. Maddede belirtilen devletlere gelince; bu devletlerle diplomatik ilişkiler kurulmamasının delili, bu devletlerin İslam'ın otoritesine boyun bükmüş beldelerde konsoloslukları bulunduğunda bunların zarar verecek olmasıdır. Çünkü bu tür devletlerin konsolosluklarının işi, kendi devletlerinin hakimiyetlerini bulundukları beldelere yaymaya çalışmaktır. Bunun içindir ki

]منع فرد من أفراد المباح إذا كان يوصل إلى ضرر[

"Mubahın kollarından biri zarara yol açtığında bu kol yasaklanır" kaidesi gereği konsolosluk açmaları yasaklanır. Ancak girdiğinde zarara yol açacak kimseler dışında vatandaşlarının ülkeye girmesi yasaklanmayacağı gibi tüm elçileri değil de zarara yol açacak şahsiyette bir elçi gönderilmesi dışında elçilerin geçici olarak ülkeye girmesi de yasaklanmaz.

 Bu devletlerin hükmen muharip devlet sayılmasına gelince; çünkü bunlar, Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu kavlinin kapsamına girmektedirler:

»أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ «

"Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum." Zira onlar birer kafirdir. Fiilen değil de hükmen muharip sayılmalarına gelince; çünkü onlarla bizim aramızda fiili bir savaş yoktur. Çünkü ne onlar ne bizim tarafımızdan bizimle onlar arasında fiili bir savaş hali ilan edilmemiştir. Fakat bu devletlerin hepsi veya bir kısmı, fiilen savaş halinde olursa, yani Müslümanların beldelerine saldırırsa onlara dördüncü fıkradaki fiili savaş muamelesi uygulanır. Bunun içindir ki Irak ve Afganistan'a saldırmalarının ardından Amerika ve İngiltere ile Müslümanların herhangi bir beldesine savaş ilan eden herhangi başka bir devlet fiilen muharip devletler olmuşlardır. Bizimle onlar arasındaki mevcut savaş hali devam ettiği sürece onlara fiili savaş hükümleri uygulanır.

Dördüncü fıkraya gelince; bunun delili, kafirlerle savaşılması emrinden dolayı cihadın delili, kafirlerden gayrimüslimlerin kanlarını ve mallarını helal kılan deliller ve muarekede savaşmanın delilleridir. Allahuteala, şöyle buyurdu:

}قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنَ الْكُفَّارِ{

"Kafirlerden yakınınızda bulunanlara karşı savaşın." [et-Tevbe 123] Aleyhi's Salatu ve's Selam, şöyle buyurdu:

»أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لا إِلَهَ إِلا اللهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ«

"Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum." [Muttefekun aleyh/Lafız Muslim'e ait] Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden:

»فَإِذَا فَعَلُوا عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلا بِحَقِّهَا«

"Bunu yaptıkları zaman kanlarını ve mallarını ancak hakkıyla benden korumuş olurlar." Allahuteala'nın şu kavlinden:

}وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلَّا مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزًا إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِ{

"Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim ِyle bir günde onlara arka çevirirse muhakkak ki o, Allah'ın gazabını hak etmiş olarak döner." [el-Enfâl 16] Ve Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in şu kavlinden dolayı Müslümanlar onlardan istisna edilir:

»اجْتَنِبُوا السَّبْعَ الْمُوبِقَاتِ«

"Yedi büyük günahtan kaçının." Bunların arasında şunu da saydı:

»وَالتَّوَلِّي يَوْمَ الزَّحْفِ«

"Savaş günü arkaya dönüp kaçmak." [Ebî Hurayra'nın hadisinden muttefekun aleyh] Bunların dışında savaş ve muareke hükümleri, diğer dârul harp ve muareke delilleridir.

 Bu fiili harbi devletlerle daimi sulh yapmak, yani savaşı daimi olarak durdurmak veya daimi ateşkes yapmak caiz değildir. Çünkü bu, kıyamet gününe kadar devam ettiği halde cihadı iptal edeceği gibi daimi ateşkes yapmak da Allah Subhânehu İslam'ı tüm dinlere üstün kılıncaya kadar sürmesi gereken İslam'ın yayılmasını engeller. Allah Subhânehu, şöyle buyurmuştur:

}وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ{

"Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" [el-Enfâl 39] Yine Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur:

»وَالْجِهَادُ مَاضٍ مُنْذُ بَعَثَنِي اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ«

"Cihat, Allah'ın beni gönderdiği günden, ümmetimin sonuncusu, Deccal ile savaşıncaya kadar devam edecektir." [Ebu Davud, Enes Radiyallahu Anh kanalıyla tahric etti]

Bu devletlerle geçici sulh yapmaya ve savaş halini geçici olarak durdurmaya gelince; buna bakılır: a- Bizimle kendisi arasında fiili savaş hali olan devlet, varlığının üzerinde kaim olduğu İslami olmayan bir arza sahip olup onunla geçici ateşkes yapmak, yani onunla savaş halini geçici olarak durdurmak İslam'ın ve Müslümanların maslahatına ve şeriatın ikrar ettiği şartlara göre olursa bu caizdir.

 Bunun delili Hudeybiye Sulhu'dur. Zira Hudeybiye Sulhu, Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]'in Medine'de ikame ettiği devlet olan İslam Devleti ile varlığı henüz Müslümanların fethetmediği bir arz, yani İslami olmayan arz üzerinde kaim olan Kureyş Devleti arasında olmuştur. b- Fakat bizimle kendisi arasında fiili savaş halinin olduğu devletin varlığının tamamı, İslami bir arz üzerinde kaimse, yani Filistin’i gasbeden Yahudi devleti "İsrail" gibi varlığını henüz Müslümanların fethetmediği bir arzda barındırmıyorsa onunla sulh yapmak caiz değildir. Çünkü hem bu devletin kurulması şeran batıldır hem de onunla sulh yapmak kesinlikle İslami bir arz hakkında ona taviz vermek demektir. Bu ise İslam'da haram ve bir cürümdür. Bilakis Müslümanların beldelerindeki meşru olmayan yöneticilerin yaptığı bir ateşkes olsun yada olmasın onunla mevcut fiili savaş hali devam etmelidir.

 Hakeza bir karış toprak üzerinde dahi olsa Yahudi devleti ile yapılan her türlü sulh, şeran haramdır. Çünkü o, gasıp ve saldırgan bir devlet olup varlığının tamamı Müslümanların arzı üzerinde kaimdir. Onunla sulh yapmak İslami bir arz hakkında ona taviz vermek, ona sahip olmasına ve oradaki Müslümanlara hakimiyet kurmasına imkan vermektir. Bu ise şeran caiz değildir. İslam, onunla savaşmayı tüm Müslümanlara zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla orduları savaş için seferber edilmeli, savaşmaya muktedir olanlar silah altına alınmalı ve Yahudi devleti yok edilip Müslümanların beldesi ondan kurtarılıncaya kadar bu durum devam etmelidir. Allahuteala, şöyle buyurmuştur:

}وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا{

"Muhakkak ki Allah, kafirler için müminler aleyhine asla bir yol (sulta) kılmayacaktır!" [en-Nîsâ 141] Ve şöyle buyurmuştur:

}فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ{

"Kim size saldırırsa siz de onun size saldırısının misli ile ona saldırın." [el-Bakara 194] Ve şöyle buyurmuştur:

}وَأَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُم{

"Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın." [el-Bakara 191]