Hilafet Devleti, Anayasa,  Madde 36: Halife aşağıdaki salahiyetlere sahiptir:      a. Ümmetin işlerini gözetmek için Allah’ın kitabından ve resulünün sünnetinden sahih içtihat ile istinbat edilmiş gerekli şer-i hükümleri benimser. Böylece bunlar, itaat edilmesi farz olan ve muhalefet edilmesi caiz olmayan kanunlar haline gelir.     b. Devletin hem iç hem de dış siyasetinden sorumludur. Ordunun liderliğini üstlenen odur. Savaş ilan etme, barış, ateşkes ve diğer anlaşmaları yapma hakkına sahiptir.     c. Yabancı elçileri kabul etmek ve reddetmek, Müslüman elçileri tayin etmek ve azletmek onun hakkıdır.     d. Muavinleri ve valileri tayin eden ve azleden odur. Bunların tamamı halifeye karşı mesul oldukları gibi Ümmet Meclisine karşı da mesuldürler.     e. Mezâlim Kâdısı’nın halife veya muavinler veya kâdılarla ilgili bir davaya bakması durumu dışında Kâdi’l Kudâ’yı [Baş Kâdı’yı] ve kâdıları (yargıçları) tayin eder ve azleder. Yine daire müdürlerini, ordu komutanlarını ve livaların emirlerini tayin eder ve azleder. Bunların tamamı halifeye karşı mesuldürler, ama Ümmet Meclisine karşı mesul değildirler.     f. Mucibince devlet bütçesini belirleyecek şer-i hükümleri benimseyen odur. Gerek gelirlere gerekse giderlere müteallik olsun, her cihetten gerekli bütçe fasıllarını ve meblağlarını belirleyen de odur.

Madde 36: Halife aşağıdaki salahiyetlere sahiptir:

  • a. Ümmetin işlerini gözetmek için Allah’ın kitabından ve resulünün sünnetinden sahih içtihat ile istinbat edilmiş gerekli şer-i hükümleri benimser. Böylece bunlar, itaat edilmesi farz olan ve muhalefet edilmesi caiz olmayan kanunlar haline gelir.
  • b. Devletin hem iç hem de dış siyasetinden sorumludur. Ordunun liderliğini üstlenen odur. Savaş ilan etme, barış, ateşkes ve diğer anlaşmaları yapma hakkına sahiptir.
  • c. Yabancı elçileri kabul etmek ve reddetmek, Müslüman elçileri tayin etmek ve azletmek onun hakkıdır.
  • d. Muavinleri ve valileri tayin eden ve azleden odur. Bunların tamamı halifeye karşı mesul oldukları gibi Ümmet Meclisine karşı da mesuldürler.
  • e. Mezâlim Kâdısı’nın halife veya muavinler veya kâdılarla ilgili bir davaya bakması durumu dışında Kâdi’l Kudâ’yı [Baş Kâdı’yı] ve kâdıları (yargıçları) tayin eder ve azleder. Yine daire müdürlerini, ordu komutanlarını ve livaların emirlerini tayin eder ve azleder. Bunların tamamı halifeye karşı mesuldürler, ama Ümmet Meclisine karşı mesul değildirler.
  • f. Mucibince devlet bütçesini belirleyecek şer-i hükümleri benimseyen odur. Gerek gelirlere gerekse giderlere müteallik olsun, her cihetten gerekli bütçe fasıllarını ve meblağlarını belirleyen de odur.

Maddedeki mezkur bu altı fıkranın delilleri ise aşağıdaki şekildedir;

(a) fırkasının delili; icmâ-us sahâbedir. Şöyle ki: Kanun ıstılahi bir lafızdır ve “insanların gereğince hareket etmeleri için sultan tarafından yayınlanan emir” anlamındadır. Nitekim kanun şöyle tanımlanmıştır: “Sultanın insanları, karşılıklı alakalarında uymaya mecbur ettiği kaideler toplamıdır.” Yani sultan [hakimiyet sahibi yönetici] birtakım hükümler emrettiği zaman, bu hükümler kanun halini alır ve insanların bağlanmasını gerektirir. Sultanın emretmedikleri ise kanun olmaz ve insanların bağlanmasını da gerektirmez. Müslümanlar ise şer-i hükümlere göre hareket ederler. Dolayısıyla sultanın emirleri ve nehiylerine göre değil, Allah’ın emirleri ve nehiylerine göre hareket ederler. Dolayısıyla da gereğince hareket ettikleri şer-i hükümlerdir, yöneticilerin emirleri değildir. Ancak sahabeler, bu şer-i hükümler hakkında ihtilaf etmişlerdir. Şer-i nasslardan, bazıları bir şey anlarken, bazıları başka bir şey anlamışlardır ve her biri kendi anlayışına göre hareket etmiştir. İşte onun bu anlayışı, kendisi hakkında (nezdinde) Allah’ın hükmü olmaktadır. Lakin burada, ümmetin işlerinin güdülmesinin Müslümanların tamamının tek bir görüş üzerinde topluca hareket etmelerini ve herkesin kendi içtihadına göre hareket etmemesini gerektiren birtakım şer-i hükümler söz konusudur. Nitekim bu, bilfiil gerçekleşmiştir. Zira Ebû Bekir’in görüşü, malın Müslümanlar arasında eşitlik ile dağıtılması gerektiği, çünkü hepsinin eşit hakları bulunduğu şeklinde idi. Ömer’in görüşü ise Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e karşı savaşanlara, Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ile birlikte savaşanlar kadar verilmesinin ve fakire zengin kadar verilmesinin sahih olmayacağı şeklinde idi. Ne var ki Ebâ Bekir halife idi ve kendi görüşü ile amel edilmesini emretmişti. Yani malın eşitlik ile dağıtılmasını benimsemişti. Müslümanlar da bu konuda ona bağlanmışlar, kâdılar ve valiler de gereğince hareket etmişlerdi. Ömer de ona tâbi olmuş, Ebî Bekir’in görüşü ile amel edip o görüşü infaz etmişti. Ömer halife olunca, Ebî Bekir’in görüşüne muhalif bir görüş benimsedi. Yani malın eşitlik ile değil, üstünlük ile dağıtılması şeklindeki kendi görüşü ile amel edilmesini emretti. Böylece mallar, önceliğe ve ihtiyaca göre dağıtıldı. Müslümanlar da ona bağlandılar, kâdılar ve valiler de bununla amel ettiler. Dolayısıyla imamın, sahih içtihat yoluyla şeriattan alınmış muayyen hükümler benimsemeye, bunlar ile amel edilmesini emretmeye, kendi içtihatlarına muhalif olsa dahi Müslümanların bunlara itaat etmeleri, kendi görüşleri ve içtihatları ile amel etmeyi terk etmeleri gerektiğine dair icmâ-us sahâbe akdolunmuştur. İşte benimsenen bu hükümler, kanunlardır. Bundan dolayı kanunlar çıkarmak, tek başına halifenin hakkıdır ve ondan başka hiç kimse, bu hakka mutlak olarak sahip değildir.

(b) fırkasının delili; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in amelidir. Şöyle ki: Valileri ve kâdıları tayin eden ve muhasebe eden o idi. Alışverişi denetleyen ve aldatmayı engelleyen o idi. Malı insanlar arasında dağıtan o idi. İşsizlerin iş bulmalarına yardımcı olan o idi. Devletin bütün iç işleri ile kaim olan o idi. Yine krallara hitap eden o idi. Heyetleri kabul eden o idi. Devletin bütün dış işleri ile kaim olan o idi. Yine ordunun fiilî liderliğini üstelenen de bizzat O [SallAllahu Aleyh ve Sellem] idi. Gazvelerde çarpışmaların liderliğini dahi bizzat üstlenmiş idi. Seriyyelerde de seriyyeyi gönderen ve komutanını tayin eden o idi. Hatta Usâme İbn-u Zeyd’i, Şam beldeleri [bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin toprakları] üzerine gönderdiği bir seriyyenin komutanı olarak tayin ettiği vakit, kimi sahabeler Usâme’nin yaşının küçüklüğü nedeniyle bunu hoş karşılamamış, fakat Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] onları Usâme’nin komutanlığını kabul etmeye mecbur etmişti. Bu da halifenin, ordunun yalnızca en üst rütbeli komutanı değil, aynı zamanda ordunun fiilî lideri olduğuna delalet etmektedir. Yine Kureyş’e karşı savaş ilan eden Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] idi. Benî Kurayza’ya karşı, Benî Nadîr’e karşı, Benî Kaynuka’ya karşı, Hayber’e karşı ve er-Rum’a [Roma İmparatorluğu’na] karşı savaş ilan eden hep o idi. Yapılan her savaşı ilan eden bizzat O [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] idi. Bu da savaş ilanının ancak ve sadece halifenin hakkı olduğuna delalet etmektedir. Yine Yahudiler ile anlaşmalar akdeden o idi. Benî Mudlic ve müttefikleri olan Benî Damra ile anlaşmalar akdeden o idi. Eyle hükümdarı Yuhanna İbn-u Ru’be ile anlaşmalar akdeden o idi. Müslümanlar Hudeybiye Anlaşması’na çok öfkelendikleri halde onların sözlerini dikkate almayıp görüşlerini reddederek Hudeybiye Anlaşması’nı akdeden ve anlaşmayı imzalayan da o idi. Bu da ister barış anlaşması isterse diğer anlaşmalar olsun, anlaşmaları akdetmenin, başkasının değil, halifenin hakkı olduğuna delalet etmektedir.

(c) fırkasının delili; Museylemet-ul Kezzâb’ın elçilerini kabul eden, Kureyş’in elçisi olarak Ebâ Râfî’i kabul eden, Hirakl’e [veya Herkül, Roma/Bizans İmparatoru], Kisrâ’ya [Fars Kralı], el- Mukavkıs’a [İskenderiye Hükümdârı], el-Hîra Kralı el-Hâris el-Ğassânî’ye, el-Yemen Kralı Hâris el-Himeyrî’ye ve el-Habeş Kralı Necâşî’ye elçiler gönderen, Osman İbn-u Affân’ı, Hudeybiye’de Kureyş’e elçi olarak gönderen Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] idi. Bu da yabancı elçileri kabul edecek ve reddedecek, Müslüman elçileri tayin edecek ve azledecek olanın halife olduğuna delalet etmektedir.

(d) fırkasının delili; valileri tayin eden Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] idi. Nitekim Yemen’e vali olarak Muaz’ı tayin eden o idi. Valileri de azleden o idi. Nitekim Bahreyn halkının şikayetçi olmasından dolayı el- Alâ İbn-ul Hadrâmî’yi azleden o idi. Bu da valilerin, halife karşısında mesul oldukları gibi vilayet halkı karşısında da mesul olduklarına ve yine tüm vilayetleri temsil etmesinden dolayı Ümmet Meclisi karşısında da mesul olduklarına delalet etmektedir. Valiler açısından böyledir. Muavinlere gelince; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in iki muavini vardı ki onlar Ebû Bekir ile Ömer idi. Hayatı boyunca onları azletmedi ve onlardan başkasını da tayin etmedi. Her ikisini tayin eden de bizzat o idi ancak onları hiç azletmedi. Şu da var ki muavin sultasını ancak halifeden aldığına ve onun naibi mesabesinde olduğun göre vekilin vakıasına kıyasen onu azletmek halifenin hakkı olur. Çünkü müvekkil, özel hallerde azlinin yasaklanmasına ilişkin nassın varit olması dışında vekilini azletme hakkına sahiptir.

(e) fırkasının delili; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], Ali’yi Yemen’e kâdı olarak atamıştır. Yine el-İstiyab’da Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Muaz İbn-u Cebel’i Yemen’in el-Cenede nahiyesine kâdı olarak tayin ettiği geçmiştir.  [RadiyAllahu Anh] de valileri ve kâdıları tayin eder ve azlederdi. Nitekim Şurayh’ı Kûfe’ye kâdı olarak, Ebâ Mûsâ’yı Basra’ya kâdı olarak tayin etmiş, Şurahbîl İbn-u Hasne’yi Şam valiliğinden azledip yerine Yezid İbn-u Ebî Sufyan’ı sonra da Muaviye’yi tayin etmişti. Şurahbîl kendisine

 [أعجزت أم خنت]

Acizlik mi gösterdim yoksa hainlik mi ettim ey Emir-ul Müminin?” diye sorunca şöyle cevap vermişti:

 [لم تعجز ولم تخن]

Acizlik de göstermedin ihanet de etmedin.” Şurahbîl dedi ki:

 [ففيم عزلتني]

O halde beni ne diye azlettin.” Ömer dedi ki:

 [تحرجت أن أؤمرك وأنا أجد أقوى منك]

Seni tayin etmekle güç duruma düştüm ve ben senden daha güçlü birini düşünüyorum.” Yine Ali [KerramAllahu Vechehu] da Ebâ Esved’i vali olarak tayin etmiş, sonra da azletmişti. Ebû Esved:

 [لِمَ عَزَلْتَنِي، وما خُـنْتُ، ولا جَنَـيْتُ؟]

Beni neden azlettin? Ben ne hâinlik ettim, ne de suç işledim” deyince şöyle cevap vermişti:

 [إِنّي رَأَيْـتُكَ يَعْلو كلامُكَ على الـخَـصْمَـيْن]

Sesinin, davacıların sesinden daha yükseğe çıktığını gördüm.” Hem Ömer hem de Ali, bunu sahâbe gördüğü ve işittiği halde yaptı. Fakat hiç kimse kendilerine tepki göstererek karşı çıkmadı. Tüm bunlar, halifenin genel yönden kâdıları tayin etmeye ve keza vekaletin vakıasına kıyasen kâdı tayin ettiği kimseleri kendisine nâib kılmaya da hakkı olduğuna delildir. Zira kendi salahiyetlerinden olan her şeyde niyabet vermeye hakkı olduğu gibi, tasarruflarda bulunması caiz olan her şeyde vekâlet vermeye de hakkı vardır.

 Mezâlim kâdısının azlindeki istisnaya gelince; o da kâdının, halife veya muavinleri veya kâdı’l kudâsı [baş kâdısı] aleyhine açılan bir davaya bakması halindedir. Bu ise

(الوسيلة إلى الحرام حرام)

Harama vesile olan da haramdır” şer-i kaidesine istinadendir. Zira bu durumda halifeye onu azletme salahiyeti verilirse, kâdının hükmüne etki edilmiş olur ve dolayısıyla şer-i hüküm ihlal edilmiş olur. Bu ise haramdır. Çünkü bu durumda mezâlim kâdısını azletme salahiyetini halifenin eline vermek harama vesiledir. Hele ki bu kaide için yeterli olan, zannı-ı galiptir (ağır basan kanaattir), kesinlik (mutlaka harama vesile olması) değildir. Bundan ötürü bu durumda mezâlim kâdısını azletme salahiyeti Mezâlim Mahkemesine aittir, diğer durumlarda ise hüküm aslı üzere kalır, yani onu tayin etme ve azletme hakkı halifeye ait kalır.

 Daire müdürlerinin tayinine gelince; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] devletin cihazlarındaki idare için katipler tayin etti ki bunlar daire müdürleri mesabesinde idi. Nitekim el- Mu’aykîb İbn-u Ebî Fâtıme ed-Dûsî’yi Mührünün başına tayin ettiği gibi ganimetler üzerine de tayin etti. Huzeyfe İbn-ul Yeman’ı el-Hicâz mahsullerinin miktarını tahmin edip yazmak üzere tayin etti. Ez-Zubeyr İbn-ul Evvâm’ı sadaka (zekât) mallarını yazmak üzere tayin etti. El-Muğira İbn-u Şu’be’yi borçlanmaları ve muamelatı (mali işlemleri) yazmak üzere tayin etti… Hakeza.

 Ordu komutanlarına ve livaların emirlerine gelince; Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] Hamza İbn-u Abdulmuttalib’i, deniz kıyısı üzerinden Kureyş’e karşı koyması için otuz adamın başına komutan olarak tayin etti. Ubeyde İbn-ul Hâris’i altmış adamın başına tayin etti ve onu Kureyş’i karşılamak üzere Râbiğ Vadisi’ne gönderdi. Sâ’d İbn-u Ebî Vakkâs’ı yirmi adamın başına tayin etti ve onu da Mekke’ye doğru gönderdi. İşte böylece ordu komutanlarını tayin ediyordu. Bu da ordu komutanlarını ve livaların emirlerini tayin edenin, halife olduğuna delalet etmektedir.

 İşte bu kişilerin hepsi Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] karşısında mesul olup ondan başka herhangi bir kimse karşısında mesul değil idiler. Bu da kâdıların, daire müdürlerinin, ordu komutanları ile kurmay başkanlarının ve diğer görevlilerin ancak halife karşısında mesul olduklarına ve Ümmet Meclisi karşısında mesul olmadıklarına ve muavinler, valiler ve yönetici olmalarından dolayı benzerleri olan amiller dışında herhangi bir kimsenin Ümmet Meclisi karşısında sorgulanamayacağına, bilakis bunlar (muavinler, valiler, amiller) dışındakilerin Ümmet Meclisi karşısında mesul olmadıklarına, bilakis hepsinin halife karşısında mesul olduklarına delalet etmektedir.

(f) fırkasının delili; devlet bütçesi, hem gelirler kalemi hem de giderler kalemi açısından şer-i hükümler ile sınırlıdır. Şer-i hükümlere göre olmadıkça ne tek bir kuruş toplanır ne de tek bir kuruş harcanır. Ancak giderlerin teferruatlarının veya bütçenin bölümleri denilen konunun belirlenmesi halifenin görüşüne ve içtihadına bırakılır. Keza gelir bölümleri de böyledir. Mesela; haracî arazinin haracının ne kadar olacağını ve cizyenin ne kadar alınacağını kararlaştıran odur. Bunlar ve benzerleri, gelir bölümleri ile ilgili örneklerdir. Yollara ne kadar harcanacağını ve hastanelere ne kadar harcanacağını kararlaştıran da odur. Bunlar ve benzerleri de gider bölümleri ile ilgili örneklerdir. İşte tüm bunlar halifenin görüşüne bırakılır. Kendi görüşüne ve içtihadına göre bu kararları alan halifedir. Nitekim amillerden gelirleri toplayan ve bunları ilgili yerlere harcayan bizzat Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] idi. Yine bazı valilere, gelirleri toplama ve harcama izni verdiği de olmuştu. Nitekim Muaz’ı Yemen’e vali tayin ettiğinde böyle olmuştu. Sonra raşidi halifeler, halife olmaları vasfıyla kendi görüşlerine ve içtihatlarına göre gelirlerin toplanması ve harcanması hususunda her biri diğerinden farklıydı. Hiç kimse de kendilerine karşı çıkmıyordu. Yine halifelerden başka herhangi bir kimse, tek bir kuruş toplamaya kalkışmıyor ve halifenin kendisine izin vermesi haricinde, tek bir kuruş harcamaya yeltenmiyordu. Nitekim Ömer [RadiyAllahu Anh]’in Muaviye’yi vali olarak tayin etmesinde böyle olmuş ve onu, toplamaya ve harcamaya yetkili genel vali olarak atamıştı. Tüm bunlar devletin bütçe bölümlerinin ancak halife veya tayin ettiği kimseler tarafından konulabileceğine delalet etmektedir.

 İşte bunlar, halifenin salahiyetlerinin ayrıntılarına ilişkin tafsili delillerdir. Tüm bunları topluca ifade eden bir delil vardır ki bu, Ahmed ile el-Buhari’nin Abdullah İbn-u Ömer’den, Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’i şöyle buyururken işittiğini söylediği rivayetidir:

... »الإِمَامُ رَاعٍ وَمَسْـئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ«

“İmam [halife, yönetici] çobandır ve raiyyesinden mesuldür.” Ahmed, el-Beyhaki ve Ebî Avâne’in Abdullah İbn-u Ömer’den yaptıkları rivayet ise şöyle geçmiştir:

«الْإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ»

  “İmam çobandır ve o, raiyyesinden mesuldür.” Yani raiyyenin (yönetilenlerin) işlerinin yürütülmesi ile alakalı bütün her şey, ancak halifeye aittir ve vekaletin vakıasına kıyasen, dilediği kimseyi, dilediği konuda, dilediği şekilde vekil tayin etme hakkına sahiptir.