Hilafet Devleti, Anayasa, Madde 72: İç Güvenlik Dairesinin çözmeye uğraştığı en önemli iç güvenlik tehditleri: Reddet (mürtet olmak), bağy (devlete isyan), hırabat (eşkıyalar), insanların mallarına saldırılar, insanların canlarına ve ırzlarına saldırılar, harbi kafirler için tecessüs yapan riybet (şüphe) ehliyle ilişki kurulması. 

 Dahili Emniyet Dairesinin işi, devletin iç güvenliğini korumaktır. İç güvenliği tehdit edebilecek eylemlerden bazıları şunlardır:

 İslam’dan irtidad etmek ve bağy, yani gerek özel mülklere veya kamu mülklerine veya devlet mülklerine saldırmakla birlikte grev yapmak, devletin hayati merkezlerini işgal etmek ve oralarda oturma eylemleri yapmak gibi yıkıcı ve tahripkar eylemlerde bulunarak devlete isyan etmek yada gerekse devlet ile çarpışmak için silah ile devlete karşı koymaktır (bağy).

 İç güvenliği tehdit eden eylemlerden biri de hirâbedir, yani insanların mallarını, insanların canlarına kastedip zorla alarak yol kesicilik yapmaktır.

 İç güvenliği tehdit eden eylemlerden bir diğeri de hırsızlık, talan, yağma, gasp, (kapkaç) ve zimmete geçirme şeklinde insanların mallarına yönelik saldırılar, darp, yaralama ve öldürme şeklinde insanların canlarına yönelik saldırılar ve teşhir, kazf (zina suçlamasında bulunmak) ve zina (tecavüz) şeklinde insanların ırzlarına yönelik saldırılardır.

 Dahili Emniyet Dairesinin görevlerinden biri de şüpheliler ile uğraşmak, tehlikelerini ve zararlarını ümmetten ve devletten bertaraf etmektir.

 İşte bunlar iç güvenliği tehdide yol açabilecek en bariz eylemlerdir. Dahili Emniyet Dairesi, tüm bu eylemlerden devleti ve insanları korumakla kaim olur. Bunun içindir ki her kim irtidad eder (İslam’dan döner), tövbe etmesi istendiği halde dönmez ve böylece ölüme mahkum edilirse bu öldürme hükmünü infaz eder. Eğer mürtetler topluluk halinde iseler onlar ile temasa geçip İslam’a dönmelerini talep etmek kaçınılmazdır. Tövbe edip dönerler ve şer’i hükümlere sarılırlarsa, onlara sükût edilir. Riddeleri üzerinde ısrar ederlerse onlarla savaşılır. Eğer küçük bir topluluk iseler ve polis güçlerinin yalnız başına onlarla savaşmaları mümkün ise Dahili Emniyet Dairesi onlarla tek başına savaşır. Eğer büyük bir topluluk iseler ve polis güçlerinin yalnız başına onların hakkından gelmeye güçleri yetmiyor ise Dahili Emniyet Dairesi, halifeden kendilerine destek vermek üzere askerî kuvvetler takviye etmesini talep etmelidir. Eğer askerî kuvvetler yeterli olmuyorsa halifeden orduya kendilerine destek vermesini emretmesini talep etmelidir.

 Mürtetler açısından böyledir. Bâğîlere gelince; eğer bunların yıkıcı ve tahripkar eylemleri, grevler, gösteriler, hayati merkezleri işgaller, bununla birlikte özel ve devlet mülklerine ve kamu mülkiyetine yönelik saldırılar ve talanlar ile sınırlı silahsız eylemler ise Dahili Emniyet Dairesi bu yıkıcı eylemleri durdurmak üzere polis güçlerini kullanmak ile yetinir. Eğer polis yoluyla bu eylemleri durdurmaya güç yetiremezse halifeden askerî kuvvetler ile destek göndermesini talep eder ki devlete karşı çıkan o bâğîlerin kalkıştığı bu yıkıcı ve tahripkar eylemleri durdurmaya güç yetirebilsin.

 Devlete karşı çıkan bâğîler; silah taşıyıp bir mekanda mevzileşirler ve Dahili Emniyet Dairesinin yalnızca polis güçleri ile bastıramayacağı, isyanlarının üstesinden gelemeyeceği ve bertaraf edemeyeceği bir kuvvet haline gelirler ise asilere karşı koyabilmek için halifeden askerî kuvvetler ile veya ihtiyaca göre ordu kuvveti ile destek göndermesini talep eder. Onlar ile savaşmadan önce kendileri ile temasa geçer ve dertlerinin ne olduğunu öğrenir. Sonra da isyandan itaate dönmelerini, topluma katılmalarını ve silahlarını bırakmalarını talep eder. İcabet ederler, tövbe ederler, dönerler ve şer’i hükümlere sarılırlar ise yakalarını bırakır. Ama diretip isyanda ve savaşta ısrar ederler ise onlara karşı yıkıcı ve yok edici bir savaş ile değil, bilakis uslandırıcı (yola getirmeye yönelik) bir savaş ile savaşır ki isyandan itaate dönsünler, başkaldırılarını terk etsinler ve silahlarını bıraksınlar. Aynen İmam Ali [RadiyAllahu Anh]’ın Haricilere karşı savaşması gibi. Nitekim evvela onları davet etti. Eğer başkaldırılarını terk etselerdi onlardan elini çekecekti. Başkaldırılarında ısrar edince, onlara karşı uslandırıcı bir savaş ile savaştı ki isyandan itaate dönsünler, başkaldırılarını terk etsinler ve silahlarını teslim etsinler.

 Hirâbecilere gelince; onlar, insanlara saldıran, yollarını kesen, insanların mallarını zorla alan ve canlarına kasteden yol kesicilerdir. Dahili Emniyet Dairesi onları takip etmek ve öldürüp asarak veya öldürerek veya ellerini ve ayaklarını çaprazlama keserek veya başka bir yere sürgün ederek cezalarını vermek için üzerlerine polis güçlerini gönderir. Nitekim bu, ayet-il kerimede şöyle beyan edilmiştir:

)إِنَّمَا جَزَاءُ الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا أَنْ يُقَتَّلُوا أَوْ يُصَلَّبُوا أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ أَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْأَرْضِ(

“Allah’a ve resulüne karşı harp edenlerin ve yeryüzünde fesat çıkaranların cezası, öldürülmeleri yahut asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yahut (bulundukları yerden) sürülmeleridir.” [el-Mâide 33] Onlar ile savaşmak, devlete karşı çıkan bâğîler ile savaşmak gibi olmaz. Zira bâğîler ile savaş, bir uslandırma (te’dib) savaşıdır. Velakin yol kesiciler ile savaş, öldürme ve asma savaşıdır. Onlar ile yüz yüze de savaşılır, kaçtıklarında da savaşılır ve ayette varit olduğu şekilde muamele edilir. Her kim öldürür ve mal alırsa, öldürülür ve asılır. Her kim öldürür ama mal almazsa, öldürülür ama asılmaz. Her kim öldürmez ama mal alırsa, öldürülmez ama elleri ve ayakları çaprazlama kesilir. Her kim öldürmez, mal almaz ama silah gösterip insanları korkutursa, öldürülmez, asılmaz, elleri ve ayakları çaprazlama kesilmez, ama yalnızca kendi beldesinden devlet içindeki başka uzak bir beldeye sürgün edilir.

 Dahili Emniyet Dairesi, güvenliği korumak üzere polis güçlerini kullanmak ile yetinir ve polisten başkasını kullanmaz. Ancak polisin güvenliği sağlamada aciz kalması halinde, halifeden kendilerine destek vermek üzere başka askerî kuvvetler veya gereken ihtiyaca göre ordu kuvveti takviye etmesini talep eder.

 Hırsızlık, zimmete geçirme, talan ve yağma şeklinde insanların mallarına yönelik saldırılar, darp, yaralama ve öldürme şeklinde insanların canlarına yönelik saldırılar ve teşhir, kazf ve zina, şeklinde insanların ırzlarına yönelik saldırılara gelince; Dahili Emniyet Dairesi tüm bunların engellenmesini, uyanıklığı, muhafızları ve devriyeleri vasıtası ile yapar. Sonra mallara, canlara ve ırzlara yönelik saldırıya kalkışanlara verilen kadâ (yargı) hükümlerini infaz eder. Tüm bunlar için ise polis gücünden başkasına ihtiyaç duyulmaz.

 Düzenin korunması, iç güvenliğin denetimi ve bunların tüm tenfizî yönlerinin yapılması görevi polise yüklenir. Bu da Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in Kays İbn-u Sa’d’ı kendi emrinde bir Polis Sahibi konumuna getirdiği daha önce geçen Enes hadisinden dolayıdır. Bu da polisin yöneticinin emrinde olması gerektiğine delalet etmektedir. Emrinde olmasının manası; şeriatın infazı, düzenin korunması, güvenliğin sağlanması için yöneticinin ihtiyaç duyduğu kolluk kuvveti olmasıdır. Aynı şekilde hırsızları takip etmek, fesat ehlinin ve şerlerinden korkulanların peşine düşmek için gece devriyesi görevi yaparlar. Nitekim Abdullah İbn-u Mesud, Ebî Bekir döneminde devriyelerin amiri idi. Ömer İbn-ul Hattab ise gece devriyesini bizzat üstleniyor, azatlı kölesini de yanına alıyordu. Kimi zaman Abdurrahman İbnu Avf’ı yanına aldığı da oluyordu. Dolayısıyla bazı İslami beldelerde esnafların geceleri evlerini korumak için güvenlik görevlileri tutmaları ya da devletin masrafını dükkan sahiplerine yükleyerek güvenlik hizmeti sağlaması gibi uygulamalar hatalıdır. Çünkü bu iş, devriyedendir, sorumlusu devlettir ve polisin görevlerindendir. İnsanlar, ne bu işten ne de bu işin masrafından sorumlu tutulamaz!

 Şüpheliler ile muameleye gelince; onlar, devletin veya toplumun veya hatta fertlerin varlığı üzerinde tehlikelerinden ve zararlarından korkulan kimselerdir. Bu tür şüpheliler devlet tarafından takibe alınmalıdır. Her kim onlar hakkında herhangi bir şey öğrenirse, bunu derhal ihbar etmesi gerekir. Bunun delili, el-Buhari ile Muslim’in Zeyd İbn-u Erkam’dan şöyle dediğini rivayet etmeleridir:

»كُنْتُ فِي غَزَاةٍ، فَسَمِعْتُ عَبْدَ اللَّهِ بْنَ أُبَيٍّ يَقُولُ: لاَ تُنْفِقُوا عَلَى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنْفَضُّوا مِنْ حَوْلِهِ، وَلَئِنْ رَجَعْنَا مِنْ عِنْدِهِ لَـيُخْرِجَنَّ الأَعَزُّ مِنْهَا الأَذَلَّ، فَذَكَرْتُ ذَلِكَ لِعَمِّي أَوْ لِعُمَرَ، فَذَكَرَهُ لِلنَّبِيِّ صلى الله عليه وآله وسلم، فَدَعَانِي، فَحَدَّثْـتُهُ ... «

“Gazvede idim. Abdullah İbn-u Ubeyy’i şöyle derken işittim: Resulullah’ın yanındakilere infak etmeyin ki etrafından dağılıp gitsinler. Eğer Medine’ye dönersek, andolsun en aziz olan en zelil olanı oradan çıkaracaktır. Bunu hemen amcama veya Ömer’e zikrettim. O da Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e zikretti. O da beni çağırdı. Ben de ona bildirdim…” [Hadis] Müslim’in rivayetinde,

«فأتيتُ النبيَّ صلى الله عليه وآله وسلم فأخبرتُه بذلك»

“Nebi [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e geldim ve bunu ihbar ettim” diye geçmektedir. İbn-u Ubeyy, sık sık muharip kafirlere gidip gelmesi ile tanınmakta onlarla olduğu kadar, Medine çevresindeki Yahudiler ve İslam düşmanları ile de ilişkileri olduğu bilinmekte idi. Burada bu konu üzerinde olabildiğince dikkatli olmak gerekir ki Allah [Subhânehu ve Te'alâ]’nın

(وَلَا تَجَسَّسُوا )

“Tecessüs yapmayın!” [el-Hucurât 12] kavlinden ötürü üzerinde tecessüs (istihbarat) yapılması haram olan raiyye üzerinde tecessüsle karıştırılmasın. Dolayısıyla konu burada, yalnızca şüpheliler ile sınırlıdır.

Şüpheliler; fiilen veya hükmen muharip kafirler ile sıkı ilişkiler içerisinde olan kimselerdir. Çünkü harbiye siyaseti ve Müslümanlara yönelik zararın engellenmesi babından muharip kafirler üzerinde casusluğun caiz olmasıdır. Nitekim bu hususta varit olan şer’i deliller harp ehlini de kapsamaktadır. Zira onlar fiilen harbî iseler üzerlerinde casusluğun devlete vacip olduğu açıktır. Hükmen harbî iseler yine caizdir. Çünkü onlar ile savaş, her an beklenebilir.

Böylelikle raiyyenin fertlerinden muharip kafirler ile sıkı ilişkiler içerisinde olan her fert, üzerlerinde casusluğun caiz olduğu kimseler ile yani muharip kafirler ile bağlantılarından ötürü şüpheli konumda olur. Bunun tafsilatı aşağıdaki gibidir:

1. Fiilen muharip olan kafirler üzerinde tecessüs, devlete vaciptir. Daha önce geçen  

(ما لا يتم الواجب إلا به فهو واجب)

“Kendisi olmadıkça vacibin tamamlanmayacağı husus da vaciptir” kaidesi de bunu ilaveten pekiştirmektedir. Zira  düşmanın kuvvetini, planlarını, hedeflerini, stratejik konumlarını ve benzerlerini öğrenmek, düşmanın hezimeti için lazım unsurlardır ve Harbiye Dairesi tarafından üstlenilir. Keza bu, fiilen muharip kafirler ile bağlantısı bulunan raiyyeyi de kapsar. Çünkü asıl olan; raiyyeden olanların fiilen muharipler ile hiçbir mutat bağlantısının bulunmamasıdır. Zira onlar ile alaka, ancak ve sadece harp alakasıdır.

2. Hükmen muharip olanlar üzerinde tecessüs caizdir ve fiilen harbilere destek vermelerinden veya onlara katılmalarından korkulması gibi zarar halinde ise devlete vaciptir. Nitekim hükmen muharip kafirler iki türdür: Birincisi: Kendi ülkelerinde bulunan hükmen muharip kafirler ki onlar üzerindeki casusluğu Harbiye Dairesi üstlenir. İkincisi: Sefirler (elçiler), muahidler (anlaşmalılar) ve benzerleri gibi beldelerimize giren hükmen muharip kafirler ki onlar üzerindeki casusluğu ve murakabeyi Dahili Emniyet Dairesi üstlenir. İşte Dahili Güvenlik Dairesi, raiyyeden, hükmen muharip kafirlerin beldelerimizdeki yetkilileri veya temsilcileri ile sıkı ilişkiler içerisinde olanlar üzerindeki casusluğu ve murakabeyi üstlenir. Keza Harbiye Dairesi de raiyyeden, hükmen muharip kafirlerin kendi ülkelerindeki yetkilileri ve temsilcileri ile sıkı ilişkiler içerisinde olanlar üzerindeki casusluğu ve murakabeyi üstlenir. Velakin şu iki şart ile: Birincisi: Harbiye Dairesi ile Dahili Emniyet Dairesinin, hükmen muharip devletlerin yetkilileri veya temsilcileri üzerindeki murakabesi neticesinde -gerek içeride gerekse dışarıda- raiyyeden kimilerinin bu kafirler ile olan ilişkilerinin normal olmayan ve dikkat çeken bir durum olduğu açığa çıkmalıdır. İkincisi: Bu söz konusu iki dairenin açığa çıkardıkları bu durum, hisbe kâdısına arz edilmeli ve hisbe kâdısı da bu durum hakkında, bu sıkı ilişkinin İslam’ın ve Müslümanların aleyhinde muhtemel bir zarar olduğu görüşünde olmalıdır.

Eğer durum böyle ise Dahili Emniyet Dairesinin raiyyeden hükmen muharip kafirlerin beldelerimizdeki yetkilileri ve temsilcileri ile sıkı ilişkileri bulunan bu sınıf üzerinde tecessüs yapması ve Harbiye Dairesinin de raiyyeden hükmen muharip kafirlerin kendi ülkelerindeki yetkilileri ve temsilcileri ile sıkı ilişkileri bulunan fertler üzerinde tecessüs yapması caizdir. Bütün bu geçenlere ilişkin deliller ise şunlardır:

1. Müslümanlara karşı tecessüs,

 )وَلاتجَسَّسُوا(

“Tecessüs yapmayın!” [el-Hucurât 12] ayetinin nassı ile haramdır. Bu, tecessüs konusunda genel bir yasaklamadır ve tahsis edici delil varit olmadığı sürece genelliği üzerinde kalır. Ahmed ile Ebû Davad’un senedi ile el-Mikdâd ve Ebî Umâme’den şöyle dediklerini tahric ettikleri hadis bunu tekit etmektedir:

«إِنَّ الأَمِيرَ إِذَا ابْتَغَى الرِّيبَةَ فِي النَّاسِ أَفْسَدَهُمْ»

“Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurdu: “Emir (yönetici) insanlar arasında şüphe peşine düşerse onları ifsat eder.Bundan ötürü Müslümanlar üzerinde tecessüs haramdır. Bu hüküm, devletin raiyyesinden olan zimmet ehli üzerine de intibak eder. Dolayısıyla ister Müslüman isterse gayrimüslim olsunlar, raiyye üzerinde tecessüs yapmak haram olur.

2. İster biz onlar ile savaşalım isterse onlar bizimle savaşsınlar, fiilen muharip kafirler üzerinde ve sefirler ve benzerleri türünden muâhid (anlaşmalı) ve muste’min (emanlı, vizeli) olarak beldelerimize girenler gibi hükmen muharip kafirler veya kendi ülkelerinde bulunan hükmen muharip kafirler üzerinde tecessüs yapmak caizdir. Hatta fiilen muharipler üzerinde ve zarar halinde hükmen muharipler üzerinde tecessüs yapmak vaciptir. Bunun delilleri Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in sîretinde oldukça açıktır. İşte bunlardan bazıları: Sîret-i İbn-i Hişâm’da Abdullah İbn-u Cahş Seriyyesi hakkında şöyle geçti: “Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ona bir mektup yazdı ve iki gün yol almadıkça içine bakmamasını emretti. Abdullah İbn-u Cahş iki gün ilerledikten sonra Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in mektubunu açtı ve içine baktı ki şöyle yazılı:

»إِذَا نَظَرْتَ فِي كِتَابِي هَذَا، فَامْضِ حَتَّى تَنْزِلَ نَخْلَةً بَيْنَ مَكَّةَ وَالطَّائِفِ، فَتَرَصَّدْ بِهَا قُرَيْشاً، وَتَعَلَّمْ لَنَا مِنْ أَخْبَارِهِمْ«

Bu mektubuma baktığın zaman, Mekke ile Taif arasındaki hurmalığa varıncaya kadar ilerle! Orada Kureyş’i gözetle ve bize onların haberlerini bildir!Yine Sîret-i İbn-i Hişâm’da Bedir Gazvesi hadiseleri hakkında İbn-u İshak’ın şöyle dediği geçti:

«رَكِبَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وآله وسلم هُوَ وَأَبُو بَكْرٍ رضي الله عنه حَتَّى وَقَفَ عَلَى شَيْخٍ مِنَ العَرَبِ، فَسَأَلَهُ عَنْ قُرَيْشٍ وَعَنْ مُحَمَّدٍ وَأَصْحَابِهِ وَمَا بَلَغَهُ عَنْهُمْ، فَقَالَ الشَّـيْخُ: لاَ أُخْبِرُكُمَا حَتَّى تُخْبِرَانِي مِمَّنْ أَنْتُمَا؟ فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وآله وسلم: إِذَا أَخْـبَرْتَنَا أَخْبَرْنَاكَ. قَالَ: أَذَاكَ بِذَاكْ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ الشَّيْخُ: ... وَبَلَغَنِي أَنَّ قُرَيْشاً خَرَجُوا يَوْمَ كَذَا وَكَذَا، فَإِنْ كَانَ الَّذِي أَخْـبَرَنِي صَدَقَنِي، فَهُمُ الْيَوْمَ بِمَكَانِ كَذَا وَكَذَا لِلْمَكَانِ الَّذِي فِيهِ قُرَيْشٌ، فَلَمَّا فَرِغَ مِنْ خَبَرِهِ قَالَ: مِمَّنْ أَنْـتُمَا؟ فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وآله وسلم نَحْنُ مِنْ مَاءٍ، ثُمَّ انْصَرَفَ عَنْهُ، قَالَ يَقُولُ الشَّـيْخُ: مِنْ مَاءٍ، أَمْ مِنْ مَاءِ العِرَاقِ؟ ثُمَّ رَجَعَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وآله وسلم إِلَى أَصْحَابِهِ، فَلَمَّا أَمْسَى بَعَثَ عَلِيَّ بْنَ أَبِي طَالِبٍ وَالزُّبَيْرَ بْنَ العَوَّامِ وَسَعْدَ بْنَ أَبِي وَقَّاصٍ فِي نَفَرٍ مِنْ أَصْحَابِهِ، رِضْوَانُ اللهِ عَلَيْهِمْ، إِلَى مَاءِ بَدْرٍ يَلْتَمِسُونَ الْخَبَرَ عَلَيْهِ، أَيْ عُـيُوناً عَلَى قُرَيْشٍ»

“Bizzat Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ve Ebû Bekir [RadiyAllahu Anh] yola koyuldular. Nihayet Araplardan bir ihtiyarın yanında durdular. Ona Kureyş’ten, Muhammed’den ve ashâbından ve onlar hakkında kendisine bildirilenlerden sordular. İhtiyar dedi ki: “Siz ikiniz kimlerden olduğunuzu bana haber vermedikçe size haber vermem.” Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] dedi ki: “Sen bize haber verirsen, biz de sana haber veririz.” Dedi ki: “Bunun karşılığı bu mu?” Dedi ki: “Evet!” İhtiyar dedi ki: “…Şu şu günde Kureyş’in çıktığı bana bildirildi. Bana haber veren doğru söylediyse onlar bugün şu şu yerdedirler. [Kureyş’in bulunduğu yeri kastediyordu.]” Haberini bitirince “Siz kimlerdensiniz?” dedi. Bunun üzerine Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] “Bizler sudanız” dedi ve ondan ayrıldı. İhtiyar: “Sudan mı? Irak suyundan mı yoksa?” diyordu. Sonra Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] ashâbına döndü. Akşam olduğunda, Ali İbn-u Ebî Talib’i, ez-Zubeyr İbn-ul Avvâm’ı, Sa’d İbn-u Ebî Vakkâs’ı ve ashaptan birkaç neferi Bedir suyuna gönderdi ki bu hususta haber toplasınlar, yani Kureyş’e karşı tecessüs yapsınlar.”

Yine İbn-u Hişâm’ın “Besbes İbn-u Amr ve Adiyy İbn-u Ebî’z Zağbâ Haberler İçin Câsusluk Yapıyorlar” başlığı altında naklettiğine göre İbn-u İshak şöyle dedi:

)وسمع عدي وبسبس ذلك أي ما قالت الجاريتان على الماء من أخبار قريش فجلسا على بعيريهما، ثم انطلقا حتى أتيا رسول الله صلى الله عليه وآله وسلم فأخبراه بما سمع(

Adiyy ve Besbes bunu [yani Kureyş’in haberlerini kendi aralarında konuşan su başındaki iki cariyenin konuştuklarını] dinlediler. Sonra develerinin üzerine oturdular ve Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e ulaşıncaya kadar hareket ettiler. Sonra dinlediklerini ona haber verdiler.”

Her ne kadar bu deliller, fiilen muharip olan Kureyş’e yönelik olsa da aynı şekilde bu hüküm, kendileri ile harp edilmesi beklenebilecek hükmen muharipler üzerine de intibak eder. Ancak aradaki fark sadece düşmanın hezimetine yönelik harp siyasetinin bunu gerektirmesinden dolayı fiilen muharip halinde vacip olması ve kendileri ile harp edilmesi beklenebilecek hükmen muharip halinde caiz olması ama zarardan korkulması, yani fiilen muhariplere destek vermelerinin veya katılmalarının beklenmesi halinde yine devletin üzerine vacip olması bakımındandır.

İşte böylece muharip kafirler üzerinde tecessüs yapmaları Müslümanlara caizdir ve bunu üstlenmek de devlet üzerine vaciptir. Bu da geçen delillerde görüldüğü gibi Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in bununla kaim olmayı emretmiş olmasından ve yine vakıasının

(ما لا يتم الواجب إلا به فهو واجب)

“Kendisi olmadıkça vacibin tamamlanmayacağı husus da vaciptir” kaidesi altında olmasından dolayıdır.

Raiyyenin fertlerinden, ister Müslüman ister zimmî olsun ister bizim beldelerimizde ister onların ülkelerinde olsun ister fiilen ister hükmen olsun her kim muharip kafirler ile sıkı ilişkiler içinde olursa işte onlar şüphelilerdir. Onlar üzerinde tecessüs yapmak ve haberlerini takip etmek caizdir. Çünkü onlar, üzerlerinde tecessüs yapılması caiz olanlar ile sıkı ilişkiler içerisindedirler ve kafirler lehine ajanlık yapmaları halinde onlardan devlete zarar gelmesinden korkulur.

Velakin raiyyenin böylesi fertleri üzerinde casusluğun caiz olması için bahsettiğimiz iki şartın gerçekleşmesi gerekir. Söz konusu iki şart gerçekleşmezse ister Müslüman isterse zimmet ehlinden olsun daha önce zikredilen bu hususta varit olan nasslardan dolayı raiye üzerinde tecessüs haramdır.

Harbiye Dairesi ise fiilen muharipler ile sıkı ilişkiler içerisinde olan ve keza kafirlerin ülkesindeki hükmen muharip kafirlerin yetkilileri ve temsilcileri ile sıkı ilişkiler içerisinde olan raiyyenin fertleri üzerindeki casusluğu üstlenir. Dahili Emniyet Dairesi de beldelerimizdeki hükmen muharip kafirlerin yetkilileri ve temsilcileri ile sıkı ilişkiler içerisinde olan raiyyenin fertleri üzerindeki casusluğu üstlenir.