Madde-1: İslami akide, devletin esasıdır. Öyle ki devletin yapısında, cihazında veya muhasebesinde yahut devlet ile ilgili herhangi bir şeyde, İslami akideyi esas kılmaktan başka bir şey var olamaz. İslami akide aynı zamanda anayasa ve şer’i kanunların da esasıdır. Öyle ki bunlardan herhangi biriyle ilgili herhangi bir şeyin İslami akideden fışkırması haricinde var olmasına izin verilmez.

Madde 1: İslami akide, devletin esasıdır. Öyle ki devletin yapısında, cihazında veya muhasebesinde yahut devlet ile ilgili herhangi bir şeyde, İslami akideyi esas kılmaktan başka bir şey var olamaz. İslami akide aynı zamanda anayasa ve şer’i kanunların da esasıdır. Öyle ki bunlardan herhangi biriyle ilgili herhangi bir şeyin İslami akideden fışkırması haricinde var olmasına izin verilmez.

Devlet, üzerine kurulacağı yeni fikirlerin ortaya çıkmasıyla ortaya çıkar ve devletin otoritesi bu fikirlerin değişmesiyle değişir. Çünkü fikirler mefhumlaştığında -yani anlamları idrak edilip tasdik edildiğinde-, insanın davranışına etki eder ve davranışını bu mefhumlara göre seyrettirir. Böylece hayata bakışı değişir ve bu değişime bağlı olarak maslahatlara bakışı da değişir. Sulta/otorite ise ancak bu maslahatları gütmek ve bunların seyrini denetlemektir. Bunun içindir ki hayata bakış hem devletin üzerine kurulacağı esastır hem de sultanın/otoritenin üzerine vücut bulacağı esastır. Fakat hayata bakışı ancak hayat hakkındaki muayyen bir fikir ortaya çıkarır. Dolayısıyla hayat hakkındaki bu muayyen fikir, hem devletin esası hem de otoritenin esası olmaktadır. Mademki hayat hakkındaki bu muayyen fikir; mefhumlar, mikyaslar ve kanaatler toplamında ortaya çıkar o halde esas olan bu mefhumlar, mikyaslar ve kanaatler toplamıdır. Sulta ise ancak bunlara göre insanların işlerini güder ve maslahatlarının seyrini denetler. Bunun içindir ki esas, fikirler toplamıdır tek bir fikir değildir. İşte hayata bakışı ortaya çıkaran ve buna bağlı olarak da maslahatlara bakış ortaya çıkaran bu fikirler toplamıdır. Sulta da maslahatları bu bakışa göre yürütür. Buradan da devlet; insanlar toplamının kabul ettiği mefhumlar, mikyaslar ve kanaatler toplamını infaz eden varlık/icra organı olarak tarif edilmiştir.

Devletin devlet olması, yani maslahatları gütme ve maslahatların seyrini denetleme görevini üstlenen sulta olması bakımıyla devlet açısından böyledir. Ancak devletin üzerine kurulu olduğu bu fikirler toplamı, yani mefhumlar, mikyaslar ve kanaatler toplamı, ya temel bir fikir üzerine bina edilmiştir ya da edilmemiştir. Eğer temel bir fikir üzerine bina edilmişse bünyesi sağlam, temelleri güçlü ve yapısı sabit olur. Çünkü o, kuvvetçe hiçbir temelin erişemeyeceği bir temele istinat etmektedir. Çünkü temel fikir, ötesinde hiç bir fikrin bulunmadığı fikirdir. Dikkat edin! O, akli akidedir. İşte o zaman devlet, akli akide üzerine bina edilmiş olur. Fakat devlet, temel bir fikir üzerine bina edilmemişse bu, hem onun yok edilmesini kolaylaştırır hem de yapısını parçalamak ve sultasını çekip almak zor olmaz. Çünkü o, varlığının kendisinden fışkırdığı tek bir akide üzerine bina edilmemiştir. Dolayısıyla onu yok etmek zor bir iş değildir. Bundan dolayı devletin sabit bir yapısının olması için devletin temeli, kendisinden devletin esası üzerine ortaya çıktığı fikirlerin fışkırdığı aklî akide üzerine, yani devletin hayat hakkındaki fikrini dolayısıyla hayata bakışını temsil eden mefhumların, mikyasların ve kanaatlerin kendisinden fışkırdığı aklî akide üzerine bina edilmiş olması kaçınılmazdır. İşte devletin maslahatlara bakışını ortaya çıkaran bu bakıştır.

İslami Devlet, ancak İslami akideye dayanır. Çünkü ümmetin kabul ettiği mefhumlar, mikyaslar ve kanaatler toplamı ancak akli akideden fışkırır. Nitekim ümmet, öncelikli olarak bu akideyi kabul etmiş ve ona katî delile binaen yakin bir akide olarak inanmıştır. Dolayısıyla ümmetin hayat hakkındaki külli fikri bu akidedir, hayata bakışı ona göredir, maslahatlara bakışı ondan ortaya çıkmıştır, mefhumlarını, mikyaslarını ve kanaatlerini ondan almıştır. Bunun içindir ki İslami Devlet’in esası İslami akidedir. Ayrıca Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], İslami Devleti muayyen bir esas üzerine kurmuştur. Dolayısıyla her yerde ve her zamanda İslami Devlet’in esası bu esas olmalıdır. Zira Aleyhi’s Salatu ve’s Selam, Medine’de sultayı ikame ettiği ve yönetimi teslim aldığında henüz teşrii ayetleri inmediği halde daha ilk günden onu İslami akide üzerine ikame ederek

 « أَنْ لاَ إِلَهَ إِلا اللَّهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِ »

“Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın resulüdür” şahadet kelimesini hem Müslümanların hayatının esası hem insanlar arasındaki ilişkilerin esası hem zulümlerin defedilmesinin ve husumetlerin fasledilmesinin esası, yani tüm hayatın esası, sultanın ve yönetimin esası kılmıştır. Sonra bununla yetinmemiş bilakis cihada başlamış ve bu akidenin insanlara taşınması için onu Müslümanlara farz kılmıştır. Nitekim Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

 »وَيُقِيمُوا الصَّلاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ،وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللَّهِأُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَشْهَدُوا أَنْ لاَ إِلَهَ إِلا اللَّهُفَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ عَصَمُوا مِنِّي دِمَاءَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ إِلا بِحَقِّ الإِسْلامِ، وَحِسَابُهُمْ عَلَى اللَّهِ«

“Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun resulüdür deyinceye, salahı ikame edinceye ve zekatı verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunu yaptıkları zaman kanlarını ve canlarını ancak İslam’ın hakkıyla benden korumuş olurlar. Artık onların hesabı Allah’a aittir.” [Müttefekun aleyh/lafız el-Buhari’ye aittir] Ayrıca akidenin devletin esası olarak var olma sürekliliğini korumayı Müslümanlara farz kılmış ve apaçık küfür ortaya çıktığında, yani bu akide sultanın ve yönetimin esası olmaktan çıktığında kılıçların çekilmesini ve savaşılmasını emretmiştir. Zira zalim yöneticiler “şerli imamlar” hakkında onlarla savaşmayalım mı diye sorulduğunda şöyle demiştir:

«لا، مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ»

“Aranızda salahı ikame ettikler müddetçe hayır.” [Müslim rivayet etti] Kendisine biati, apaçık küfür görmedikleri müddetçe Müslümanlara emir sahipleri ile çekişmemeleri olarak belirlemiştir. Zira Avf İbn-u Malik’in şerli imamlar hadisinde şöyle geçmiştir:

«قِيلَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، أَفَلا نُنَابِذُهُمْ بِالسَّيْفِ؟ فَقَالَ: لا، مَا أَقَامُوا فِيكُمُ الصَّلاةَ»

Denildi ki: Ya Resulullah! Onlarla kılıçlarımızla savaşmayalım mı? Dedi ki: Aranızda salahı ikame ettikleri müddetçe hayır.[Müslim rivayet etti] Müttefekun aleyh olan Ubade İbn-u Samit’in biat hadisinde ise şöyle geçmiştir:

«وَأَنْ لا نُنَازِعَ الأمْرَ أَهْلَهُ إِلا أَنْ تَرَوْا كُفْرًا بَوَاحًا»

“Apaçık bir küfür görmedikçe emir sahipleriyle çekişmeyeceğimize.” Tebarani’de “Sarih küfür” ve İbn-u Hıbban’ın Sahih’indeki rivayetinde ise

 «إِلاَّ أَنْ تَكُونَ مَعْصِيَةُ اللَّهِ بَوَاحَاً »

“Allah’a karşı apaçık bir masiyet olmadıkça” olarak geçmiştir. İşte bu hadislerin hepsi devletin esasının İslami akide olduğuna delalet etmektedir. Zira Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], sultayı İslami akide esası üzerine kurmuş, sultanın esası olarak devam etmesi uğrunda kılıçların çekilmesini ve onun için cihat edilmesini emretmiştir. İşte anayasanın ilk maddesi buna binaen konulmuş ve devletin bünyesinde İslami akideden fışkırmayan herhangi bir mefhumun veya kanaatin veya mikyasın olması yasaklanmıştır. Zira devletin esasının ismen İslami akide kılınması yeterli değildir. Bilakis bu esasın devletteki varlığı, devletin varlığı ile ilgili her şeyde ve devletin küçük-büyük her işinde ortaya çıkması kaçınılmazdır. Zira İslami akideden fışkırmadıkça hayat veya yönetim hakkında herhangi bir mefhumun devlet içerisinde olması caiz değildir ve İslami akideden fışkırmayan bir mefhuma izin verilmez. Mesela devlet içerisinde demokrasi mefhumunun benimsenmesine müsaade edilmez. Çünkü demokrasi, İslami akideden fışkırmamasının yanı sıra ondan fışkıran mefhumlara da aykırıdır. Milliyetçilik mefhumuna itibar edilmesi hiçbir şekilde caiz değildir. Çünkü milliyetçilik, İslami akideden fışkırmamasının yanı sıra ondan fışkıran mefhumlar onu zemmeder, onu yasaklar ve onun tehlikesini beyan eder şekilde gelmişlerdir. Vatancılık mefhumuna ait herhangi bir varlığın olması doğru değildir. Çünkü vatancılık, İslami akideden fışkırmamasının yanı sıra ondan fışkıran mefhumlara da aykırıdır. Aynı şekilde ne devletin cihazlarında demokratik mefhumda bakanlıklar ne de yönetiminde herhangi bir imparatorluk veya krallık veya cumhuriyet mefhumu bulunur. Çünkü bunlar İslam akidesinden fışkırmadığı gibi ondan fışkıran mefhumlara da aykırıdır. Gerek fertler gerek hareketler gerekse kitleler tarafından devletin İslami akide dışında bir esasa göre muhasebe edilmesi kesinlikle yasaktır. İslami akide dışında bir esasa dayanan bu tür bir muhasebe yasak olduğu gibi İslami akide dışında bir esasa göre hareketlerin veya kitlelerin kurulması da yasaktır. Zira İslami akidenin devletin esası olması bunların hepsini devlet için kaçınılmaz ve hükmettiği tebaaya vacip kılar. Zira devlet olması vasfıyla hayatının, devlet olması vasfıyla ondan fışkıran her şeyin hayatının, devlet olması vasfıyla kendisiyle bağlantılı her işin ve devlet olması vasfıyla onunla birlikte ortaya çıkan her ilişkinin esası devletin akidesi olması gerekir ki o İslami akidedir.

Maddedeki ikinci hususa gelince; bunun delili anayasa devletin esasi kanunudur. Dolayısıyla anayasa bir kanundur. Kanun ise sultanın emridir. Allah ise sultana, Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in indirdikleriyle hükmetmesini emretmiş, Allah’ın indirdiklerinden başkasına ve resulüne indirdiklerinin salahiyetsiz olduğuna inanarak hükmeden kimseyi kafir addetmiştir. Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden ve buna inanmayan kimseyi ise asi addetmiştir. Dolayısıyla bu, Allah’a ve Resulullah [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e imanın, sultanın emrettiklerinin esası, yani kanun ve anayasanın esası olması gerektiğine delalet etmektedir. Allah’ın sultana kendisinin indirdikleriyle, yani şer’i hükümlerle hükmetmesini emretmesine gelince; kitap ve sünnetle sabittir. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

 (فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ)

"Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda sana [İslam’a] muhakeme olmadıkça iman etmiş olmazlar." [en-Nisâ 65] Ve şöyle buyurmuştur:

 (وَأَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ )

“Aralarında Allah’ın indirdikleri ile hükmet!” [el-Mâide 49] Keza Allah, kendisinin indirdiklerinden başkasıyla hükmetmekten sakındırarak devletin kanununu Allah’ın indirdikleriyle sınırlandırmıştır. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

((وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ))

“Her kim Allah’ın indirdikleri ile hükmetmezse (yönetmezse), işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” [el-Mâide 44] Sallallahu Aleyhi ve Sellem ise muttefekun aleyh olan hadiste şöyle buyurmuştur:

 «مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ فِيهِ فَهُوَ رَدٌّ»

“Her kim bu işimizde (dinimizde) onda olmayan bir şeyi ihdas ederse, merduttur.” [Lafız el-Buhari] Müslim’in rivayetinde

 «ما ليس منه »

“Ondan olmayan” İbn-u Hazm’ın el-Mahli’de ve İbn-u Abdil Berr’in et-Temhid’deki rivayetinde ise

«كُلُّ عَمَلٍ لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ »  

“İşimiz (dinimiz) üzere olmayan her amel merduttur” olarak geçmiştir. İşte bunlar, devletin kanunlarının İslami akideden fışkıran şeylere hasredildiğine delalet etmektedir. Bu şeyler ise ister kitap ile sünnetin içerdiği hükümler olup bu Allah’ın hükmüdür denmesi ve sahabenin Allah’ın hükmü olduğu üzerinde icmâ ettiği hükümler olup sarih olarak inmiş olsun isterse illeti şer’i olan kıyastan alınmış olup bu Allah’ın hükmünün alametidir denilerek sarih olmayan şekilde inmiş olsun Allah’ın Resulü [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’e indirdiğine inandığımız şer’i hükümlerdir. Maddedeki ikinci husus işte bundan dolayı konulmuştur. Ayrıca kulların filleri hakkında gelen Şâri’nin hitabı ile mukayyet olmak zorunludur o halde kulların fiilleri Allah tarafından tanzim edilmelidir. Keza ister Allah ile olan ilişkileri ister kendisi ile olan ilişkileri isterse başkaları ile olan ilişkileri olsun İslami şeriat, insanın tüm fiilleri ve ilişkilerine müteallik olarak gelmiştir o halde insanın kendi ilişkilerini tanzim etmesi için İslam’da kanun yapmasına da yer yoktur. Zira o, şer’i hükümlerle mukayyettir. Allahuteala şöyle buyurmuştur:

(( وَمَا آَتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا))

“Resul size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasakladıysa ondan kaçının.” [el-Haşr 7] Ve şöyle buyurmuştur:

(( وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ))

“Allah ve resulü, bir işe hükmettikleri zaman mümin bir erkek ve mümin bir kadına kendi işlerinde artık seçme hakkı yoktur.” [el-Ahzâb 36] Sallallahu Aleyhi ve Sellem, şöyle buyurmuştur:

« أَشْيَاءَ فَلاَ تَنْتَهِكُوهَا إِنَّ اللَّهَ تعالى فَرَضَ فَرَائِضَ فَلاَ تُضَيِّعُوهَا، وَحَدَّ حُدُوداً فَلاَ تَعْتَدُوهَا، وَحرَّم »

“Allahuteala, birtakım farzlar koydu bunları zayi etmeyin. Birtakım hadler koydu bunları aşmayın. Birtakım eşyaları haram kıldı bunları çiğnemeyin.” [ed-Darukutni Ebî Sa’lebe kanalıyla tahric etti/en-Nevevi er-Riyad’da hasen dedi] Aleyhi’s Salatu ve’s Selam şöyle buyurmuştur:

 «مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَـيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ »

“Her kim bu işimizde (dinimizde) olmayan bir şeyi ihdas ederse, merduttur.” [Aişe radiyAllahu anhe kanalıyla muttefekun aleyh/lafız Müslim’e aittir] Dolayısıyla hükümleri koyan sultan değil Allah’tır. İnsanları ve sultanı, ilişkilerinde ve amellerinde hükümlere ittiba etmeye icbar eden, onları hükümlerle sınırlandıran ve onları başkasına ittiba etmekten men eden O’dur. Bundan dolayı insanların ilişkilerini tanzim etmek amacıyla beşerin hükümler koymasına yer olmadığı gibi sultanın, insanları kendi ilişkilerinin tanziminde beşer tarafından konulan kaideler ile hükümlere uymaya icbar etmesine ve muhayyer bırakmasına da yer yoktur.